Seçmen Şapka Formu;
Oyuncunun Adı: Umay
Oyuncunun RP Deneyimi: 2 yıl
İstenilen Sınıf: Yedi
Karakterin Tam Adı ve Soyadı: Arthur Neithan
Karakteristik Özellikleri: Maceralara atılmaktan hoşlanan bir tip aslında Arthur. Her türlü 'Sen bunu yapamazsın!' cümlesi onun için bir davettir. Kimi zaman yenilmeyi kabul edemez. Hırslıdır. Kendisine meydan okunmadıkça pek öyle insanlara saldıracak birisi değildir -fazla damarına basmamak gerekir. Eğlence onun için ilk sıralardadır. Eğlenmek için her türlü şeyi yapabilir.
Sevdikleri:
* Quidditch
* Düellolar
* Kırmızı ve tonları
* Rahat kıyafetler
* Vahşi hayvanlar -yılan haricinde-
* Vahşi yaşamı korumak
* Yüzmek
* Patlamış mısır
* Film izlemek
Sevmedikleri:
* Yeşil ve tonları -Slytherin'le ilgili olan-
* Slytherin
* Yılanlar ve kendini tatlı göstermeye çalışan hayvanlar
* Hayvanları evcilleştirmeye çalışan insanlar
* Züppeler
* Kendini her şeyden üstün gören tipler
Örnek Rol Oyunu;
Güneş tepeye doğru yükselirken üçüncü kattaki Mitoloji Dersliği’nin yolunu tutmuştu Arthur. Hem zaman geçirmek için, hem de etraftakileri izleyip yaptıklarıyla dalga geçmek için yavaş adımlarla yürüyordu. Aslında pek de öyle eğlenecek hali yoktu. Günün başından beri oldukça sessiz olduğunu düşünmeden edemiyordu. Birkaç dakika sonra birileri gelip niye bu kadar sessiz olduğunu sorabilirdi ve Arthur gereksiz birkaç insanla uğraşmak istemiyordu. Doğrusu kendisinin bile bilmediği nedenleri başkalarına, Arthur’u o kadar da iyi tanıyamayan insanlara anlatamazdı. Yanından neşeyle geçen insanlara selam verirken merdivenleri çıkmaya başlamıştı. Umurlarında olmamak hoşuna bile gidiyordu aslında. Ablasının bugün ne gibi sürprizler yapacağını merak ediyordu bir yandan da. Özellikle Arthur’u zorlayacak bir şeyler üreteceğinden emindi. İnsan kardeşine ayrıcalık yapmasını bekliyordu tabii ama nedense Freya diğer herkesten çok daha zorlayıcı görevler vermeye çalışıyordu Arthur’a. Üçüncü kata kadar nasıl çıktığını hatırlamıyordu. Aklının bir karış havada olduğuna kanaat getirmişti Mitoloji Dersliği’nin kapılarından içeri girip birkaç adım attıktan sonra. İkişerli üçerli arkadaş grupları çoktan sıralarına geçmiş, koyu muhabbetlerine merdivenlerdeki gibi devam ediyorlardı, Arthur adımlarını yavaşlatırken. Evinden aşina olduğu kokular burun deliklerinden içeri doluşurken ufak bir gülümseme belirdi yüzünde. Kokuları derin derin nefesler alarak içine doldurdu ve önden ikinci sıraya, etrafı boş olan bir masaya geçti. Derslik bütün öğrencileri içine alabilecek genişlikteydi ve büyük pencerelerden içeri dolan güneş ışığı bütün herkesin suratını aydınlatıyordu. Dersliğin köşesinde, pencerelere en yakın yerde Freya’nın masası ve masada oturan Freya bulunuyordu. Masanın hemen yanındaysa oldukça eski görünen ama bir o kadar da ilgi çekici, siyah bir örtüyle kapalı, büyük bir yapı vardı ve Arthur başka bir yere bakmaya çalışsa da gözleri sürekli O’na ve bazen de Freya’ya kayıyordu. Derslikteki herkes artık Arthur’un alıştığı bu kokuyla büyülenmiş gibi görünüyordu. Kapından girenler doğruca Arthur’u, Arthur da onları görüyordu. Bazıları gülümseyerek el sallıyor, selam veriyor, bazılarıysa nefret dolu bakışlar attıktan sonra işleri daha da kötü hale getireceklerini anlatan el hareketleri yapıyorlardı. Arthur’sa sadece gülümsüyordu, bu gülümseyişin altındaki nefreti ne onlar biliyordu ne de başkaları ve bu gülümseyiş onları çileden çıkartmaya yarıyordu. Gruptan ayrılan bir kişi Arthur’un arkasındaki sıraya oturmuş, ayaklarını genç büyücünün sandalyesinin arkasına vuruyordu. Kafasını arkaya çevirip kim olduğuna bakacak, belki de küfür edecekti bu kavga düşkünü kişiye. Son birkaç vuruştan sonra beyninin içinde davullar çalıyormuş gibi hissediyordu. Artık sinirleri tavana vurmuştu ve bir yumruktan aşağısı kurtarmayacaktı arkasındaki ritimciyi. Sağ tarafından hızla arkasına dönerken elini de yumruk yapmıştı. Kızın suratına öylece bakakaldı yumruğunun havada asılı kalması gibi. Bir kıza vurulmayacağını biliyordu, bir Slytherin olsa bile. Yutkundu ve arkasına döndü aynı hızla, kavgadan kaçtığını hissede hissede. Dişlerini sıkıp Lydia’yı umursamamayı düşünüyordu aslında. Biraz daha ritim tuttuktan sonra sessizliğe bürüneceğini düşünüyordu kızın, öyle ummaktan başka şansı da yoktu hani. Gidip Freya’ya şikayet etme gibi bir düşünce şöyle hızlı bir görüntü olarak geçti gözlerinin önünden. Görüntünün etkisiyle gülümsemişti genç büyücü. “Ne oldu pisicik, dikkatini derse vermeye mi karar verdin?” Kız, Arthur’un kulağına eğilip fısıldarken nefesini ensesinde hissedebiliyordu. Yavaşça kafasını öne arkaya salladı, bunun Lydia’yı vazgeçireceğini düşünüyordu. Neyse ki kurtuluş yollarını aramasına gerek kalmadan Freya konuşmasına başladı, bu sayede de Arthur rahat bir nefes almıştı ama Freya’yı da dikkatli dinlemesi gerekiyordu.
Denilenleri harfiyen yerine getirirken kendini bir evcini gibi hissedemeden edemiyordu da. Pantolonunun cebinden asasını çıkartıp masanın üzerine koydu, bir yerlere yuvarlanmaması için de özen gösteriyordu. Üzerinde fazlalık pek fazla bir şey olmadığından dolayı sadece pelerininin cebindeki birkaç tane tüy kalemi çıkartıp masanın altına bırakmıştı. Ve şimdi de soyunun, böyle bir cümle gelmesini bekliyordu aslında, daha sonra da ablasının onlara dans etmelerini söyleyeceğini düşünüyordu. Bütün herkes üzerindeki fazlalıklarla uğraşmalarını bitirdikten sonra Freya siyah örtüyü çabucak açtı. Güneş ışığının vurduğu yerlerinin parıldadığı gümüş bir kapı, belki de dolap duruyordu karşılarında. Derslikte hayretli iç çekişler ve nidalar yükselirken Arthur’un ilgisi kapının üzerindeki oymalara odaklanmıştı. Güneş’in dokunduğu yerler sanki hareket ediyormuş gibi görünüyordu. Kapının üzerine her şeyin başladığı andan bugüne dek birçok Yunan hikayesi işlenmişti. Kapıya sadece birkaç dakikalığına dokunmak için neler vermezdi ki. Düşüncelerinden sıyrılmasına yarayan şey ablasının son birkaç sözü olmuştu. Çok değerli bir eşya, diye düşündü üzerindeki her şeyin hikayesini baştan sona kafasında canlandırarak ama hiç de öyle manevi bir değeri olan, çok eskilere dayanan bir eşyası yoktu. Ne vereceğini bilmiyordu bile ve bu Olimpos’ta geride kalmasına neden olabilirdi. Belki de bir kahraman olabilirim, diye düşündü her iki kaşını da kaldırmış, gülümserken. Olimpos’ta kalma fikri mantıklı gelmeye başlıyordu şimdiden. Vereceği eşyayı tülün önüne gelmeden bulabilmeyi umarak Freya’yı dinlemeye devam etti. Nemfler mi demişti? Evet, evet nemflerden, doğanın o güzel yaratıklardan bahsetmiş ablası. Arthur o güzelliklere dayanabilmek istemiyordu ki zaten. Kendini onlara, o güzel varlıklara ve müziklerine bırakmak istiyordu. Doğanın çağrısına cevap vermekti belki de tek derdi. Nemflerin kendisine neler soracağını düşünmeye başlamıştı ki dersliğin içi gitgide boşalıyordu. Biraz geride kalmaktan kimseye zarar gelmeyeceğini umarak arkasına yaslandı ve o anda kafasına ağır bir şey indi. Oturduğu yerden fırladığı gibi arkasına döndü, kafasına vuranın Lydia olmamasını umarak ama duaları nedense kabul olmuyordu. Kız elinde kalın bir kitapla Arthur’a sırıtıyordu. “Ne var?” diye sordu Arthur sıktığı dişlerinin arasından konuşarak. Kız dudaklarını bükmüş Arthur’dan kaçırıyordu gözlerini ve Arthur bunu bilerek yaptığını biliyordu, boşuna gözlerini kaçırmasına, rol yapmasına gerek yoktu yani. “Evet..?” diye üsteledi. Kız elindeki kitabı masaya bırakıp oturduğu sandalyeden kalktı ve boyunu biraz daha uzun göstermek için masaya yüklenerek Arthur’a doğru uzandı. “Benimle gelir misin, pisicik?” diye sordu işaret parmağını çocuğun göğsüne bastırarak. Arthur yanında birisinin olmasının gerektiğini düşünüyordu açıkçası, Nemflerden korunmak için. Ve bu kişinin güçlü birisi de olması gerekiyordu, Lydia’nın güçlü olduğunu düşündüğünden değil. Hem Lydia’nın güçlü olduğunu düşündüğünü kendisine bile söyleyemezdi, inanmazdı ki zaten. İnatçılığı ve bir sürü benzer Slytherin özelliği Nemflerle başa çıkmasında işe yarayacaktı. Kızın yanağını sıktıktan sonra “Hadi, gidelim,” dedi ve masasının üzerinden asasını kaptığı gibi gümüş kapıya koşturdu. Lydia’nın kurbanına koşan bir katil gibi peşinden ayrılmayacağına emindi. Kapıdan geçmeden önce birkaç saniyeliğine de olsa kapının üzerindeki işlemelere dokunmak istemişti. Savaşan iki adamın olduğu bir bölüm tam da gözlerinin önünde gerçekleşiyordu. Her iki adam da tepelerinde tüy olan miğferlerinin içindeydiler ve kılıçları birbirlerine doğru iniyordu. İşlemelerle işi bittikten sonra, aslında arkasında söylenen Lydia’dan rahatsız olduğu için acele ediyordu, ablasına göz kırptı, asasını elinde sağlamlaştırdı ve kapıdan içeri adımını attı.
Gözleri ışığa alışana kadar asasını bir an bile elinden bırakmamıştı, Lydia’nın gelip söylenmesini beklerken. Kız, arkasından gelip kolundan çekiştirmeye başladı Arthur’u, Olimpos’a çıkan merdivenlere yönlendirerek. Başını yukarı kaldırıp, kaleye ve etrafındaki antik şehre baktı, yürüyüş sürelerini hesaplamak için. En az üç saatleri ya da çok daha fazlası vardı en tepeye ulaşmaları için. Aradaki engelleri hesaba katmıyordu tabii ve katamazdı da zaten. Karşılarına neler çıkacağının hayalleriyle ve nefes nefese antik taşları tırmanmaya devam ettiler. Arthur bir yandan homurdanıyordu bu merdivenin çok fazla dik olduğunu düşünerek. Basamaklarsa en azından yarım metre vardılar. Arthur, artık yürüyecek halinin kalmadığını düşünmeye başladığı sırada önlerinde dalgalanan bir görüntü belirmişti. Birkaç basamak daha çıktılar ve düz bir alana gelmişlerdi. Yorulmak ve vazgeçmek gibi kelimeler bir anda yok olmuştu bir seviye atladıklarını anladığında. Heyecandan ne yapacağını bile unutmuştu. Adımlarını hızlandırıp tülün önüne geldi. Sevinçle elini uzattı tülü aralayıp dağın tepesine ulaşmak için. Parmakları daha yoğun havaya temas eder etmez bütün vücudunu bir elektriklenme kaplamıştı. Yüzünde büyük bir şok ifadesi vardı ve parmak uçları yanarken birkaç adım geriledi. Adımlarını kesen sırtını bir şeye çarpması ve o çarptığı şeyden yükselen acı nidası oldu. Yavaşça arkasını dönüyordu, belki de ölümünü gerçekleştirecek kişi ya da yaratığa bakmak için. Karşısında kaşlarını çatmış, burun delikleri kocaman açılmış Lydia’yı bulunca rahat bir nefes aldı. “Özür dilerim, gerçekten.” Kızın yanaklarını ellerinin arasına alıp gülümsemişti. Daha sonra hızla arkasına döndü ama bu kadar hızlı olduğu için kendisine lanet edebilirdi. Kalbi daha fazla aksiyona dayanabilir miydi bilmiyordu. Önünde duran yaratık aklına manevi bir eşya verme şartını getirmişti ama o eşyayı bir türlü bulamaması burada sonsuza dek mahkum olmasına neden olabilirdi. Yaratık burnundan dumanlar çıkarta çıkarta dolanıyordu tülün önünde. Ne vereceğini düşünürken Lydia çoktan geçmişti bile diğer tarafa. Üzerinde asasından fazla eşyası yoktu ve asasını da veremezdi zaten. Savunmasız kalmak istemiyordu. Yaratığın çıplak, terli ve sıvımsı tenine bakarken, gözlerine bakmaktan çekiniyordu, hafif bir rüzgar esip Arthur’un ürpermesine neden oldu. Pelerinine sarındı ısınmayı düşünerek. Tam o anda yıldırım gibi bir görüntü belirdi zihninde, abisinin sözleriyle başlayan. Ailenin erkek bireyleri arasında adet olarak giyilen pelerin, hem de Arthur’un şu anda üzerinde olan pelerin. Manevi değeri diğer bütün her şeyden üstün olan eşya. Hızla pelerinini üzerinden çıkartıp yaratığa uzattı. Yaratık sümük kaplı gibi görünen ellerinin arasına aldı pelerini, bu sırada Arthur üzerine bulaşacak ter ya da sümük ya da her neyse onları nasıl çıkaracağını düşünüyordu. Yaratık geri çekildi ve Arthur’un geçebileceğini gösteren bir şekilde tülün diğer tarafını, dağın tepesini ve Olimpos’u gösterdi. Yürümeye devam et, kudretli savaşçı, diye düşündü gülümserken.