Elleri tir tir titriyordu. “Hadi Galadrıel aptal bir Hogwarts’lı gibi davranma, sanki ilk defa yemeğe çıkıyorsun!” Elbiseleri gar dolabından tek tek havada süzülüp ona doğru geliyor, gülümseyen surat ifadesi buruşuk ninelerinkine dönüp yatağının üzerine yığılmasına neden oluyordu. “hay aksi küf kokulu cadılar…” Onca zenginliğin içinde fakirlik çekmek bu olsa gerekti. Siyah, kahve hayır, belki de mavi… saatler birbirini kovalarken akşam geldi çattı. Konuşmayı bırak nefes almaya bile cesaret edemeyen evcinleri gizli saklı, en ücra köşelerde sessizce efendilerini izliyorlardı. Her an onları çağırabilirdi. “İşte bu!” o da ne, yoksa bu gizemli kraliçe gülümsüyor muydu? Evcinleri saklandıkları yerde birbirlerine baktılar. Efendileri yoksa deliriyor muydu? Ne olursa olsun o efendiydi ve bu değişiklik onların başına dert açacak gibi görünüyordu. Ve beklenen fırtınanın ilk sinyalleri gök gürültüsünü andıran bir haykırışla geldi. “Ayakkabılarım nerede!” Aynanın karşısında durmuş gümüş rengiyle ışıltılar saçan dekolte elbisesini seyrediyordu. Yanı başında biten evcininden ayakkabılarını aldı renginin elbisesine uyumlu olup olmadığını kontrol etti. “Mükemmel, işte bu” derken ayakkabılara asasını değdirdi ve sihirli pırıltılarla daha da zenginleştirdi. Saçlarını dağınık bırakmak her zaman tercih ettiği bir sitildi, son bir kez eliyle kadifemsi yumuşaklığı teyit edip ayakkabıları evcinine verdi. Kendi giyecek değildi ya? Titrek eller gümüş ayakkabıları ayağına giydirirken elinde parfüm şişesi hangi kokunun daha çekici olduğunu kontrol ediyordu. “Amour, Kenzo her zaman …” Parfüm tercihi her zaman aynıydı gene de aynı senaryoyu Foren ile buluştuğu her randevu da tekrarlıyordu. Sıkılmadan, yeniden ve yeniden…
Akrep yelkovanı kovalamayı bitirip, çanın sesiyle kaçınılmaz sona ulaştığında, altı kere inleyen kilise duvarları artık zamanın dolduğunu haber veriyordu. Galadrıel, üstüne geceden daha karanlık pelerini alarak başlığını kaldırdı. Asası elindeyken kendine son bir kez bakamamanın verdiği pişmanlıkla malikânenin kapısında durdu. İçinden, dönsem mi, diye geçirirken çan yedinci ve son vuruşunu yapıp sustu. Geç mi kalmıştı? Gerisin geri dönerek malikânenin kapısından hızla çıktı. Çiğ tutmuş çimenleri gümüş ayakkabılarıyla ezerken mutluluktan kanat takmış melekleri andırıyordu. Kara melek pelerininin uçuşan etekleriyle bahçe avlusundan çıktı ve assını o anda çıkartıp büyülü sözcükleri gecenin karanlığına saldı. Fransa’dan Londra’ya gelmek birkaç saniye aldı. İşte, oradaydı; büyük ve ihtişamlı Alator malikânesi. İhtişamı ne İngiltere’nin yeşile doyuran bereketinden ne de malikanenin yüz ölçümünden geliyordu, Galadrıel’in mükemmelliği hissettirmesinin tek bir nedeni vardı; içinde barındırdığı asil varlık, Foren.
Sonbaharın tüm ayrıntılarını taşıyan Lonra’nın yaşlı suretinde bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Bu yaşlı kenti derinden yaralayan derdi neydi, diye düşünmedi zaten biliyordu. “Şimdi değil yaşlı dostum, şimdi değil…” Yüzündeki ifade derin ve acımasızcaydı. Yaşlı kentin acısını bir yere koyup sevgilisine odaklandı. Tek arzusu dertsiz ve tasasız normal bir cadı gibi yemek yiyip sevdiği adamla mucizeler yaratmaktı. Gülümsedi, normal cadılar mucize yaratmazlar yaratılan mucizelere hayranlıklarını dile getirip yaratıcılarına şükrederlerdi. Ne yaparsa yapsın normal bir cadı asla olamayacaktı. Derin bir nefes alıp ilk adımını attı. Asası elinde pelerininden aşağı süzülen su damlacıklarına komutlar verdi. Islanmaktan hoşlanmıyordu, tek başınayken hele… Romantizm ne zaman kaybolmuş yerini gerçekçiliğe bırakmıştı, nefes almaya başlayalı binlerce yılın ardından aşk ne zaman kapısını çalmıştı? Arnavut kaldırımlı dar patikada yürürken bir yandan da hatıralar ve kendi vicdanıyla yüzleşiyordu. Aklına kızı geldi ve oğlu. Yapması gerekenler yapılmış ve dünyaya gelmişlerdi. Peki, ama ya duygular? Ona bir ömür gibi gelen yolun sonunda malikânenin dış kapısında durdu. Daha önce böylesi bir duyguyla karşılaşmamıştı. Ellerini pelerinin cebinden çıkardı ve başındaki şapkasını gerisin geri iterek üzerindeki büyüyü kaldırdı. Hissetmek istiyordu, yağmuru ve onu. Yüzüne düşen ilk yağmur damlasıyla irkildi. Soğuktu, ama kalbi, hayır ruhu yanıyordu aşk ve heyecanla kavruluyordu. Tenini yalayan rüzgâr ve yağmur bedenini soğutmaya yeltense de ruhu alev alev yanıyordu. Kendi etrafında döndü. Ayakkabıları gözüne daha da parlak geliyordu, birden üzerindeki gümüş ipliklerden örülmüş narin elbisesinin yağmur altında nasıl görüleceğini düşündü ve ani bir hareketle üzerindeki pelerini çıkardı. Asasını karşısında duran kapıya yönlendirip usulca seslendi: “Foren… Foren… Foren…” kapalı kapının ardından sesinin duyuran büyüyü bitirdiğinde asını iç cebine koydu ve yağmur altında kollarını iki yana açıp gökyüzüne doğru başını kaldırdı. Gözleri kapalıydı, sanki büyülenmişçesine öylece duruyordu. Yağmurun altında ıslak ve bir o kadar aşık. Hem de sırılsıklam…