Armando Barthram Gryffindor IV. Sınıf
Gerçek Adı : Volkan. Yaş : 28 Kayıt tarihi : 02/11/10 Mesaj Sayısı : 2 Mücadele Tarafı : Aydınlık. Belirgin Özellikleri : Hiçbir belirgin özelliği olmaması. RP Sevgilisi : Yok. ^.^
| Konu: Conerus Hell Greyn Perş. 18 Kas. 2010, 13:08 | |
| [size=11]Seçmen Şapka Formu; Oyuncunun Adı: Volkan. Oyuncunun RP Deneyimi: Yaklaşık 5 ay. İstenilen Sınıf: IV. Sınıf Karakterin Tam Adı ve Soyadı: Conerus Hell Greyn. (Armando Barthram olarak değişecek.) Karakteristik Özellikleri: Eğlencelidir. Arkadaşlarıyla takılmaktan hoşlanır. Canayakın olsa da tanımadığı insanlara karşı bir süre soğuk davranır. Kalabalık ortamlardan hoşlanmaz. Hep güleryüzlü görünse de düşmanlarına karşı çoğunlukla acımasızdır. Ama bunu her zaman belli etmez. Siniri ile ilgili sorunları vardır, sinirlendiğinde kendini kontrol edemez hale gelir. Sevdikleri: Arkadaşlarıyla takılmak, müzik, gezmek, köpekler. Sevmedikleri: Kalabalık ortamlar, kediler, kibirli insanlar. Örnek Rol Oyunu;- Spoiler:
Fazlasıyla sıcak bir yer... Havada bir tane bile bulut yok… Güneş gözlerimi kamaştırıyor… Zar zor açıyorum gözlerimi... Ve sadece kumla dolu bir yer görüyorum. Hiçbir şey yok etrafımda. Sadece kum ve güneş. Bir çöl burası. Uçsuz bucaksız bir çöl. Elimle gözlerimi güneşten korumaya çalışarak yürümeye başlıyorum. Ayaklarım kuma batıyor, yürümem zorlaşıyor. Bir elimle üstümü kontrol ediyorum. En son giydiğim kıyafetler var üstümde. Mavi ve düz bir kot pantolon, siyah, üstünde "Rock Music" yazan bir tişört ve basit bir spor ayakkabı. Gözlük istiyorum, etrafa bakıyorum. Hiçbir şey yok. Sola dönüyorum çöl, sağa dönüyorum çöl. İlerde bir şey var. Mavi ve ağaçlık bir yer. Bir umut içinde oraya doğru koşmaya başlıyorum. Kum koşmamı zorlaştırıyor. Susadım, susadım, diye geçiriyorum içimden. Yaklaştıkça oranın küçük bir su birikintisi olduğunu görüyorum. Susuzluğumu gidereceğimi düşünüyorum. Koşmaya devam ediyorum ve birikintiye yaklaşık yüz metre kalınca duruyorum. Çölün ortasında büyük bir su birikintisi. Bu bir mucize, diye geçiriyorum içimden. Daha da yaklaşıyorum. Birikintinin yanında büyük bir ağaç var. Üstünde kırmızılıklar. Elma bunlar, elma! İçime bir mutluluk doğuyor. Göz gezdirmeye devam ediyorum: Küçük bir göl. Dibi gözüken bir göl. Yanında ufak beyaz taşlar var. Sanki bir kıyı gibi. Özenle düzenlenmiş gibi. Benim ihtiyacım olduğunu bilen biri yaratmış gibi. Daha da ileri gidiyorum, ayağım kayıyor ve düşüyorum. Yüzükoyun yatar buluyorum kendimi. Elimle kuma bastırarak kafamı kaldırmaya çalışıyorum. İlk baktığım yer karşısı oluyor, birikintinin bulunduğu yer. Hayır, diyorum. Gitmiş, imkansız. Birikintinin olduğu yeri çölün diğer yerlerindeki gibi kum almış. Ağlayacak gibi oluyorum neredeyse. İki elimle kuma bastırarak dizlerimi düzeltiyor ve kalkıyorum. Ellerimi çırparak düşünüyorum. Lanet olsun, diyorum içimden. Yalnızca bir serap, lanet olsun. İlerlemeye devam ediyorum. İlerliyorum, yürüyorum ve koşuyorum. Sürekli etrafa bakıyorum. Neredeyim, diyorum. Biraz daha ilerliyorum, dizlerimin üzerine çöküyorum. Tanrım, diyorum. Yardım et bana, diye dua ediyorum. Gözlerim dizlerime doğru kayıyor. Yine ağlayacak gibi oluyorum, engellemek için kafamı kaldırıyorum. Hayır, diyorum. Dayanacaksın. Tekrar bakıyorum etrafıma, ileride bir siluet. Siyah bir siluet. Uzun boylu bir siluet. Heyecanla ayağa kalkıyorum ve onu gördüğüm yere, sağıma doğru koşmaya başlıyorum. Gözlerimi siluetten ayırmıyorum. Ellerini kaldırıyor siyahlar içindeki kişi. Bir anda güneş yok oluyor. Korkmadan ilerlemeye devam ediyorum. Kara bulutlar geliyor etrafa. Bir anlığına havaya bakıyorum. Uçsuz bucaksız bir çölde yağmur bulutları, inanılmaz diyorum. Yağmur yağmaya başlıyor. Gülüyorum. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyor. Yinede ilerliyorum, kum çamura dönüştüğü için biraz zorlanıyorum. Ama bakıyorum ki siluetin birkaç metre gerisindeyim. Arkasındayım. Biriyle konuşuyor gibi gözüküyor. Bir şeyler diyor. Bilmediğim bir dilde. Siluet susuyor, ince bir ses konuşuyor. Aynı dilde. Anlayamasamda dikkatlice dinliyorum. İnce ses susuyor, siluet kahkaha atıyor. Kalın bir ses. Bir erkek sesi. Ama susuyor, o ince ses tekrar konuşuyor. Biraz daha yüksek sesle. Tiz bir sesle. Arkasını dönüyor karanlık siluet. Beni görüyor. Yüzü kırışıklıktan gözükmeyecek halde olan bir adam. Beyaz tenli bir adam. Gözlerinin altında siyahlıklar var. Saçları gözükmüyor pelerinden. Kafasını da örtmüş. Azrail'in temsili silueti gibi. Gülüyor, gülünce o sarı ve kırık dişleri gözüküyor. Sol elini bana uzatıyor. Kaskatı kesiliyorum. Elini geriye doğru çekiyor, onunla birlikte bende ona doğru gidiyorum. Zorla. Çekilirken ellerime bakıyorum. Mavi ve şeffaf bir şey kaplamış. Ama normal bir şey değil. Adama dönüyorum. Elide aynı o şekilde. Sonunda adamın yanına varıyorum. Beni itiyor ve yere oturuyorum. İnce ses konuşuyor, adam kaşlarını kaldırıyor. "Demek öyle," diyor, "demek bu o." O, diyorum kendi kendime, "o" derken ne demek istiyor? Bu sırada üstümde etkinin kalktığını, hareket edebildiğimi farkediyorum. Az önce dediklerimi sesli bir şekilde söylediğimide. "O, çocuk," diye devam ediyor adam, "sen benim ailemi katleden ailenin bir üyesisin." "Katletmek mi?” diye soruyorum. "Ailenin büyücü dünyasının en önemli ailelerinden olduğunu bilmiyorsun demek," diyor. Büyücüler mi? Ailem küçüklüğümden beri onların gerçek olmadığını söyler. "Neden bahsediyorsun?" diye soruyorum adama. İnanmıyorum, diye geçiriyorum içimden. Büyücüler diye bir şey yoktur, diyorum. Adam kahkaha atıyor, susuyor bir süre. Ve devam ediyor: "Ailen Büyük Savaş denilen lanet olası savaşta bütün kahin torunlarını katletti. Benim ailemde kahin torunuydu. Onları da öldürdüler. Annemi öldürdüler. Aralarından bir tek kurtulan ben ve mahallemizdeki bir çocuktu. O yakalandı ve idam edildi. Ben ise hala aranıyorum. Ailen hiç esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmadı mı? Büyükbabanın senden sakladığı bir şeyler olduğunu hiç düşünmedin mi? Evinizin üst katındaki kilitli odaya hiç bakmadın mı? Girmek için uğraşmadın mı? Peki ya senin büyücü olduğunu sana söylemediler mi? Hem de Crown ailesinin en güçlü büyücülerinden olduğunu. Beni yok edecek güce sahip olan biri olduğunu." Neler saçmalıyorsun, diye sormak istiyorum adama. Ama soramıyorum. Kafam karışıyor. "Susma," diyor adam, "son cümlelerini söyle." Son cümleler derken neyi kastettiğini merak ediyorum. Ama ağzımdan kelimeler çıkmıyor. Hiçbir şey diyemiyorum. Dilim tutulmuş gibi. Adam sol elini kaldırıyor. Bana doğrultuyor. Ağzı oynamaya başlıyor. Duyamıyorum. Sağır olmuş gibi duyamıyorum. Göz bebeklerinin etrafı kırmızılaşıyor, kan kırmızısına dönüşüyor. Bağırmaya başladığını ağzından anlıyorum. Kafamı gökyüzüne doğru kaldırıyorum. Kara bulutların arasında bir çift göz. İki veya üç adam büyüklüğünde. Karanlık gözler. Adam daha da bağırıyor, kulağım onun kalın sesiyle doluyor. Duyabiliyorum bu sefer. Boğuluyormuşum gibi hissediyorum. Ağzımı oynatıyorum, ama ses çıkmıyor. Hayır, diye bağırmak istiyorum. Hayır, diyorum. Ölmek istemiyorum. Hayır diye bağırmaya çalışıyorum yeniden. Bu sefer sesim çıkıyor. Olabildiğince bağırıyorum, hayır diye.
Yatağımdan zıplayarak uyandım. Gözlerimde çapaklar vardı, zar zor görüyordum. Biraz kırpıştırdıktan sonra gözlerimi, karşımdaki yaşlı yüzü gördüm. Kırlaşmış, hatta bembeyaz saçlar. Şaşkın bakan kahverengi bir çift göz. Kırışmış bir yüz. Sarı bir ten. Büyükbabam. Şaşırmış bir şekilde bakıyordu bana. Bağırdığımın farkında değildim. "Ne oldu?" diye sordu şaşkın bir şekilde. Kafam sağa doğru kaydı, büyükbabamın arkasından aynaya baktım. Terlemiştim, kızarmıştım. Büyükbabam gibi sarı bir tenim olduğum için kızarmış olduğum kolayca belli oluyordu. Bir damlacığın alnımdan aktığını fark ettim. Buz mavisi gözlerim yerinden çıkacak gibi duruyordu. Daha sonra kafamı sol tarafa çevirdim, saate baktım. 12:30. "Bugün günlerden ne?" diye sordum büyükbabama, onun sorusuna cevap vermediğimin farkındaydım. Gülümsedi ve "12 Eylül," dedi. 12 Eylül. 16. doğum günüm. Karşılık olarak bende gülümsedim. Dalıp gitmişken "Sen söyle bakalım, yine mi kabus? Aynısı mı?" dedi büyükbabam. Yaklaşık 2 haftadır aynı kabusu görüyordum. Ama hep çöldeydim, daha ileriye gidemiyordum. Dün gece ise silueti görmüştüm. Karanlık siluet. Onun bana dedikleri geldi aklıma. Büyük Savaş. Büyücüler. Katliam. Anlayamıyordum, gerçek miydi bunlar? Yoksa sadece normal bir kabustan mı ibaretti? Tereddütlüydüm bunları sormakta büyükbabama, bana küçüklüğümden beri büyücüler gibi doğaüstü şeylerin var olmadığı söylenmişti. Kendisini büyücü diye tanıtanlar delinin tekiydi. Sonunda "Aynısı. Ama silueti gördüm. Hatta konuştum," diye başladım. Büyükbabam "Ne!?" diye bağırdı bir an. "Sadece bir kabus büyükbaba. Ama gerçekçi bir kabus. Bana bir şeyler anlattı. Crown’lar Kadim Savaş gibi bir şeyde onun ailesini katletmişler, bizde büyücüymüşüz. En önemlisi de ben onu öldürebilecek güçteymişim," diyerek devam ettim. Büyükbabam ayağa kalktı. Titrediğini fark ediyordum. "Saçmalık," dedi ve kapıya yöneldi. "Ama hissettim" - büyükbabam kafasını bana çevirdi - "beni öldürmek için bir şeyler yaptı. Gerçekten hissettim," dedim. Birkaç dakika durdu bana bakarak. Suskunluğundan yararlanarak "Ayrıca evin üst katındaki odayı da biliyor," dedim. "Bilinçaltı," diye fısıldadı ve odamdan çıktı. Kendime baktım, aynaya. Sağ kolumla alnımı sildim. Yatağımdan indim ve odadan çıktım. Kahvaltı için aşağı inecektim, basamaklardan inecekken aklıma üst kattaki oda geldi. Geri dönmeye niyetlenmiştim, büyükbabamın "Kahvaltı hazır," diye bağırışını duydum. Zaten oda kilitliydi. Gitsem bir farkı olmayacaktı. Koşarak aşağı indim. Sağa döndüm ve oturma odasından mutfağa geçtim. Omlet kokusu geliyordu. Direk masaya yöneldim. Ortada büyük bir tabakta omlet vardı. Yanında dilimlenmiş salam. Krem peynir, yağ. Zeytin ve beyaz peynir. Çiçek desenli tahta ekmeklikte dilimlenmiş ekmekler. Tam bir doğum günü kahvaltısı. Gülümseyerek yerime geçtim. Büyükbabamda karşıma oturdu. Çatalımı salama uzatıp batıracaktım ki kapı çaldı. Çatalı bıraktım ve büyükbabama baktım. Babamlar gittiğinden beri kapıya gelen sadece postacıydı. Onunda gözlerinden şaşırmış olduğu belliydi. Zil bir kere daha çaldı. Büyükbabam kapıya doğru yöneldi. Kalın bir ses "Nerde o?" diyordu. "Onu göremeyeceksin!" diye bağırdı büyük babam. Birkaç saniye sonra büyükbabamın önünde olduğu bir adam geçti karşıma. Ayağa kalktım. Rüyamdaki adamla aynı gibiydiler. Hatta gibisi fazlaydı. Kırışıklıklarına varana kadar aynıydı. Yine siyah pelerini vardı üstünde. Saçı açıktı bu sefer. Saç yoktu ortada aslında. Keldi. Bana bakıp güldü, rüyamdaki o kırık, sarı ve çürümüş dişler ortaya çıktı. Geriye doğru çekildim ister istemez. "İşte buradasın," dedi kelimelerini vurgulayarak. Büyükbabamı sağa doğru itti ve bana yöneldi. "Dokunma ona," dedi büyükbabam. Adam onu pekte takmışa benzemiyordu. Aramızda birkaç santim kalmışken durdu. Yine çıktı o iğrenç dişleri ortaya. Büyükbabam "Gücünü hisset! Git buradan," diye bağırdı. Adam "Eh," diyerek kafasını büyükbabama çevirdi. Bir el hareketiyle onu yere yığdı. Ona doğru koşacak oldum, eliyle geri çekti beni. "Sen bana lazımsın," dedi gülerek. Benim düşüncelerim büyükbabamın dediklerine yönelmişti. Gücünü hisset, git buradan. Aklıma okuduğum fantastik bir kitap geldi. Konsantre olunca ışınlanıyordu çocuk. Belki de ben o fantastik dünyanın içindeydim. Belki de konsantre olunca benimde gücüm çıkacaktı ortaya. Belkileri boşver, dedim kendi kendime. Gözlerimi kapadım. "Watts teyzelerin apartmanı," diye fısıldadım. Watts'lar, karşı apartmandaki yaşlı komşularımızdı. Beni çok severlerdi. Fısıldayarak hata etmiştim sanırsam. Gözlerimi açtım, bir an her yer karardı. Daha sonra kendimi Watts'ların küçük, pembe duvarlı; mor üzerine kırmızı çiçek desenli koltuklarla daraltılmış oturma odasında buldum. Bir saniye bile geçmeden o adam önümde belirdi. "Daha çok acemisin, istersen sana öğretebilirim," dedi, hain bir şekilde bakıyordu. Bir yandan da istediği şeye ulaşmış gibiydi. Evet, istediği şey benim, diye düşündüm. Bana ulaşmıştı. Hatta dün gece ulaşmıştı. Yine konsantre oldum, bu sefer halamın evine konsantre oldum, 2 cadde öteye. Biraz sonra kendimi halamın iki katlı dubleks evinde buldum. Şansıma evde kimse yoktu. Evin düzeni değişmişti. Eskiden solda olan kahverengi yemek odası sağ tarafa, 2 basamaklı merdivenin üstüne alınmıştı. Beyaz, siyah motifli köşeli koltuk ise sola alınmıştı. Siyah, LCD televizyon ise koltukların karşısındaydı. Ortada küçük, ayak uzatmalık mavi bir puf vardı. Eve göz gezdirirken bir puf sesiyle adam belirdi yine karşımda. "Böyle kaçamazsın," dedi. Doğru söylüyordu, nereye kadar yer değiştirecektim ki? Ama son bir kez kaçabilirdim, babamın yanına. Büyükbabam bir büyücüyse, o da bir büyücüdür diye düşündüm. "Son bir kez," diye fısıldadım adamın duyacağı bir şekilde. Gülümseyerek gözlerimi kapadım. Tekrar gözlerimi açtığımda boş bir ofisteydim. Karşımdaki duvar tamamen cam ile kaplıydı. İhtişamlı bir bina gözüküyordu. Dubai'dekiler gibi. Etrafa göz gezdiriyordum. Camın önündeki masaya kağıtlar yığılmıştı. Laptop kapalı bir şekilde duruyordu. Gri, küçük bir yazıcı vardı çaprazında. Masanın biraz sağında bir dolap vardı. Bir kapağı açık duruyordu. İçindeki yığılmış kitaplar düştü düşecekti. Bu sırada kapı açıldı, adam daha gelmemişti. Arkamı döndüğümde babamı gördüm. "Cla - Clayton!?" dedi kekeleyerek, şaşırmış bir şekilde. Bana sarılacak gibi oldu, yanıma geldi ama geri çektim ellerimle. "Şimdi sırası değil. Peşimde biri var!" diye bağırıyordum ona. Ellerim titriyordu. "Kim?" diye sordu babam, "Ben," diye cevapladı arkadaki bir ses. Arkamı döndüğümde adamın geldiğini gördüm. "Geri çekil Clayton," dedi sert bir sesle babam. Beni arkasına aldı ve adamın karşısına geçti. "Hani ailemizin bir kahini vardı," diye başladı adam, "'ailenizi katleden Crown'ların en küçük oğulları 16. yaşına gelince seni öldürecek' demişti. Ben işimi garantiye alacağım, Bay Crown. Şimdi çekil önümden!" diyerek bağırdı adam. Babam konuşmaya başladı:
- “Çekilmiyorum, oğlumu alamayacaksın!” - “Hadi ama, bak benim lanet olası babamı örnek al. Böyle bir yerde, beni başkalarına vermişti. Görmüştün, ama öldü. En acı şekilde öldü. Evinde kalp krizi geçirdi, yoksa biri mi öldürdü onu? Çözülemedi değil mi bu olay? Kimsenin gücü yetmedi bu olayı çözmeye! Annemle kaçarken de onu siz öldürdünüz! Bu olay sizin çocuğunuz ölmeden kapanmayacak! Hadi biraz örnek al da çekil önümden!” - “Daha çok beklersin!” diye bağırdı ve elinden çıkan kalın, mavi kıvılcımlarla Vincent’i masaya doğru itti.
Beni eliyle biraz daha geriye çekti babam, gözlerini Vincent'in üzerinden ayırmadan. Dikkatlice izliyordum onları, Vincent zar zor ayağa kalktı ve elini babama yöneltti. Kırmızı bir kıvılcım çıktı onun elinden de, bu sırada gözleri bir anlığına kan kırmızısı olmuştu beyaz bölgeleriyle birlikte. Rüyamdaki gibi. Babam bir şeyler fısıldayarak kıvılcımları Vincent'e yolladı. Ama o da sağa kayarak sıyrıldı. Bu sefer o ağzını oynatmaya başladı, duyamıyordum ne dediğini. Ama babamın elini boğazına götürdüğünden anladım neler yaptığını. Yere düşecekken tuttum babamı, gözleri yerinden çıkacak gibi büyümüştü. Esmer teni kızarmıştı. Sırtından tuttum babamı ve kendime doğru yasladım. Vincent fısıldamaya devam ediyordu. "Bırak onu!" diye bağırdım sinirli bir sesle. "Ona zarar verme," diye devam ettim. Gülüyordu büyülü sözleri söylerken. Daha da kızarıyordu babam. "Hayır," dedim, gözlerim dolmuştu "Bırak onu, geleceğim seninle," diyerek devam ettim. Babam kafasını salladı hayır anlamında. "Olmaz, ölmene izin veremem," dedim ona. Vincent sözleri kesti, babam elini boğazından çekti. Ayağa kalktı, kaşları çatılmıştı. Babamı bıraktığı için minnettar olabilirdim ona. Bu korkuyu yaşamıştım. Babam beyin ölümünün eşiğinden dönmüştü bir trafik canavarı yüzünden. Doğrusunu söylemek gerekirse kurtulması imkansız demişti doktorlar. Mucizeydi bu, demiştim o zamanlar. Evet, mucize. Büyü mucizesi. Babam elini kaldıracak oldu, "Oyunbozanlık yapma," dedi Vincent. Mutluluğu anlaşılıyordu sesinden. Büyükbabamın "gücünü hisset" demesi çınlıyordu beynimde. Belki de ilk büyümü yapma zamanı gelmişti. Kendimi toparladım. Babama baktım, gülümsedim. Anlamıştı galiba. Ellerimi yumruk yapıp bıraktıktan sonra (bu benim cesaret toplama hareketimdi) "Biraz mızıkçılık yapabiliriz ama," dedim. Gülümsedim ve sağ elimi Vincent'e yönelttim. Konsantre olmaya çalışıyordum. Elim ısınıyordu, kolum ısınıyordu, vücudumun sıcaklığı bir anda artmıştı. Gözlerime bir şeyler oluyordu. Gözlerimi kırptım, karşıdaki camdaki yansımama baktım. Benimkilerde kırmızıya boyanmıştı. Bir şeylerin olduğunu hissediyordum. Ellerimin uçlarına baktım, turuncu bir kıvılcım. Az sonra kırmızıya döndü. Daha da koyulaştı. Ve elimden Vincent'e doğru gitti. Onun uçtuğunu sanardı uzaktan biri görse. Fırladı ve camdan aşağı düştü. Masanın üstü ve yer cam kırıklarıyla doluydu şimdi. Babam elini kafama getirip saçımı karıştırdı. Dikkate almadım, cama doğru yöneldim ve aşağı baktım. Beş veya altıncı kattı burası. Vincent yatıyordu cam kırıklarının arasında. Alnından yanağına doğru kan akıyordu. Çizilmişti yüzü. Ama kimse dikkate almıyordu. Yerde ölmeye yakın biri yoktu sanki. Anlamamıştım bunu. Yağmur başladı. Hava bir anda karardı. Beyaz bulutların ve güneşin yerini kapkara bulutlar aldı. Yağmurlarla birlikte eriyip gitti Vincent. Ona dalıp gitmiştim. Bu sırada boğazıma bir kolun sarıldığını anladım. Sert bir şekilde sıkıyordu boğazımı. Kafamı çevirdim, Vincent'ti. Yüzünde hiçbir iz kalmamıştı. Sanki az önce 6. kattan aşağıya düşen o değildi. "Bende biraz mızıkçılık yapayım," dedi, gülüyordu. Arka tarafa döndük, babam yatıyordu yerde. Bir eli yerde, bir elide göbeğindeydi. Sağ gözünde biraz morluk var gibiydi. Siyah saçları dağılmıştı. Kolundan sıyrılmaya çalıştım Vincent'in ama işe yaramadı. Bir an titredim, yine hava karardı ve alacakaranlık olan bir yere geldik. Sadece bir lamba aydınlatıyordu eski bir çınar ağacını. Vincent'in dişleri gözüküyordu sadece. Nereye gelmiştim acaba? Tanrıça kimdi? Ne tanrıçasıydı? Rüyamda gördüğüm bir çift göz geldi aklıma. Kafamı gökyüzüne çevirdim. Bulutlar karaydı zaten, havada karanlıktı. Ama rüyamdaki gibi bir çift göz vardı yine yukarıda. Griydiler. Belki de kara bulutların üstünde rahatça görülebilmek istiyorlardı. Yaklaşık 3 adam büyüklüğündeydiler. Gökyüzünü kaplardı biraz daha büyüse. Vincent'te kafasını kaldırdı yukarı. Beni itti yere doğru, dizlerimin üstüne düştüm. "Tanrıçam, düşmanımı sizin önünüzde yokedeceğim," diye konuşmaya başladı Vincent. Daha sonra ellerini kaldırıp o bilmediğim dilde konuşmaya devam etti. Sustu, kafam gökyüzüne dikilmişti. Gri gözler kırpılmadan bakıyorlardı bana. Başka bir yerden, büyük ihtimalle o gözlerin sahibinden gelen bir ses inletti etrafı. Bağırıyordu, kulakları sağır edecek tizlikteydi. Ellerimle kulaklarımı kapattım sıkıca, işe yaramadı. Vincent eğildi o gözlerin önünde. Tekrar dikildi ve benim yanıma doğru gelmeye başladı. Geriye doğru çekilmeye başladım. Neden korkuyordum ki? Biraz önce onu ben düşürmüştüm binadan. Bende bir büyücüydüm. Güçlerimi kullanmam gerekliydi, yoksa ölecektim burada. “Kaçma, kaçamazsın,” diye fısıldarken Vincent, sağ elimin bir hareketiyle onu yere düşürdüm. Topraktan destek alarak ayağa kalktım ve koşmaya başladım. Bir geriye, birde gökyüzüne bakıyordum. Gözler sanki takip ediyordu beni. Gözlerimi bulutlardan kaçırıp geriye baktığımda Vincent’in peşimden koşmaya başladığını fark ettim. Sağ kolumu bir ışık huzmesi sıyırdı. Geriye döndüm ve ne olduğunu bilmediğim büyüler yapmaya başladım. Kendiliğinden oluşuyorlardı. Ben bir şey yapmadan. Nasıl bir şeydi bu? Aklım ermiyordu. Düşüncelerimden kendimi sıyırdım ve koşmaya devam ettim. O an aklıma bir fikir geldi. Işınlanmak, dedim kendi kendime. Nasıl unuttum ki? Belki de kurtulabilirdim buradan. Koşarken bir patikaya girdim. Sağlı sollu ağaçlar kaplıyordu burayı. Eski, sanki susuzluktan çürümeye başlamış ağaçlar. İlk gördüğüm ağacın arkasına giriştim. Gözlerimi kapadım ve “Babamın yanına gitmek istiyorum,” diye fısıldadım. Hiçbir şey olmadı. Tekrar denedim olmadı. Ayak sesleri duymaya başladım. “Nereye gittin Clayton’cuk?” diye bağırıyordu. Kalbim hızla atmaya başladı. Tekrar denedim, yine olmadı. Lanet olsun, diye bağırasım geliyordu. Ama Vincent arkamdaydı ve beni bulmamalıydı. Son şansım dedim, bir kere daha denedim ışınlanmayı. Yine olmadı. Sinirlenmiştim, “LANET OLASI BÜYÜLER! BABAMIN YANINA GİTMEK İSTİYORUM!” diyerek bağırdım, gözlerim kapalıydı. Ama ayak seslerinin yanıma yaklaştığını hissedebiliyordum. “İşte buldum,” derken Vincent sevinçle, ışınlanmıştım. Gözlerimi açtığımda babamın ofisindeydim. Büyükbabamı gördüm gözlerimi açtığımda. Ofis aynen bıraktığım gibiydi. Büyükbabam babama bir şeyler fısıldayıp duruyordu. Puf sesini duyarak bana baktı. Gözlerinin altları kızarmıştı. “Clayton! Aman Tanrım!” dedi ve bana doğru gelerek sarıldı. “Her an gelebilir, gitmeliyiz,” dedim büyükbabamı iterek. “Babam nasıl?” diye devam ettim. Hala yerde aynı şekilde yatıyordu. “Büyüler birazdan etkisini gösterir,” diye cevapladı sorumu büyükbabam. “Gidelim,” dedim ve babama yöneldim. Onu omzuma alacaktım ki arkadan bir ses “Çok ayıp! Misafirimiz nerelerdeymiş bakalım?” dedi. Vincent. “Lanet olsun,” diyerek döndüm ona. Büyükbabam aynı evdeki gibi yatıyordu yine yerde. Aslında onun için daha fazla endişeleniyordum. Yaşlıydı, bunları kaldırabilecek güçte olduğunu sanmıyordum. Sırıtıyordu Vincent, yüzüne doğru bir şeyler savurdum elimden. Zaman kazanıp babamı buradan götürmem gerekiyordu. Acaba onu ışınlayabilir miydim? Sol elimde bir şeyler gönderirken, “Annemin yanına!” diye bağırdım sağ elimi babama doğrultarak. Olmadı. “Annemin yanına!” diye bağırdım daha güçlü sesle, yine olmadı. “Yapamıyorsun,” dedi Vincent. Yanıma doğru yürümeye başladı. Babamı ışınlamakla uğraşmayı bırakıp Vincent’e döndüm. İçimden gelmiyordu onları – büyükbabam ile babamı - burada bırakıp gitmek ama yapmak zorundaydım. Vincent benim peşimdeydi, onları bırakacağını düşünüyordum hırsından. Gözlerimi kapatmama gerek kalmadan, dışarı çıkmak istesemde, bir alt kata ışınlanmıştım. Etrafıma göz attığımda mavi temizlikçi kıyafetli biri yerleri temizlemeyi bırakıp bana bakmaya başlamıştı. Arkada bir kadın ellerindeki kağıtları savurup dona kalmıştı. Gözlerini kırpıştırdı ve “İmdat!” diye bağırdı. Sağdaki ve soldaki bütün kapılar açılmaya başladı: Yırtık pırtık kıyafetli bir teyze, takım elbiseli bir adam; heyecandan elindeki laptopu yere düşürüp kıran bir iş kadını ve az daha kahveleri yere düşürecek olan bir çaycı. Ardından arkamdaki bir puf sesi ile daha da irkildiler. Vincent gelmişti. Bu sefer insanlar bakmayı kesip, canlarını kurtarmak için hızla kaçmaya başlamışlardı. Bir dakika sonra bomboş kaldı koridor. Temizlikçi yerde bayılmış yatıyordu sadece. Vincent ona bakıp sırıttı. Bu sefer ben bir sesle irkildim, çaprazımdaki işlem bölümündeki bilgisayardan gelen bir sesle. Anlaşılan birileri işten kaytarıp sohbet ediyordu internette. Her neyse, dedim, bunları düşünecek vakit değildi. Daha sonra söylerdim babama, tabi Vincent belasından kurtulabilirsem. Elimi ona doğrulttuğumda ağzımdan sözler çıkmıştı bu sefer. Anlamadığım dildeki sözler. Tanrıçayla Vincent’in konuştukları dile benzer bir dil. İkimizin arasında buz mavisi, şeffaf bir şey oluşmuştu. Geriye çekildim biraz. Vincent kısa bir sözle kırdı o şeffaf şeyi. Cam gibi bir şeydi anlaşılan. Çünkü kırıkları yere dökülmüştü, açık kapılardan içeri girmişti. Ve biride elimde, işaret parmağımın bitiminde bir çizik oluşturmuştu. Başta fark etmedim bunu, sonradan acımaya başladı. Ama öyle büyük bir acı değildi. Kısa sürede geçecek cinstendi. Bu sefer o bana bir şey yolladı, beni yere düşürdü. Ayağa kalktım güçlükle, ben daha bir şey yapamadan tekrar bir huzme yolladı bana. Bu sefer kenara çekildim ve koridorun sonundaki cama kadar gitti, kırdı o camı. Bir kapının yanına gelmiştim bu sefer. Yine ağzımdan bir şeyler çıktı ve Vincent’i uçurdu koridorun sonuna kadar. Onun yolladığı büyü ise arkamdaki kapıyı çıkardı yerinden. Kenara çekilmiştim de kurtulmuştum. Bitsin artık bu, dedim kendi kendime. Güç toplamaya çalıştım, nasıl yaptığımı sorsalar cevap veremezdim herhalde. Ama yapıyordum işte. Daha uzun bir söz çıktı ağzımdan. Ve sadece hava olarak gitti bana doğru yaklaşan Vincent’e. Gözleri yerinden çıkacak gibi bakıyordu büyü ona etki etmeden önce. Onu koridorun sonlarındaki, yaşlı teyzenin çıktığı kapıya kadar sürükledi. Hareket etmiyordu. Yavaş yavaş yanına yürümeye başladım cesaretimi topladıktan sonra. Elimi boynuna değdirdim. Ölmüştü. Ama bu kadar basit olamazdı. Benim yaptığım bir büyüyle nasıl ölebilirdi ki? Yere, onun yanına çömelmişken bir şeyler oldu. Üst kata çıkan merdivenlerin yanında, benim yaklaşık 2-3 metre önümde küçük bir kasırga çıkmıştı sanki. Ama pisliklerle dolu değildi, o klasik kasırgalar gibi değildi. Açık maviydi, sürekli dönüyordu. Fantastik filmlerin içinde hissettim bir an kendimi, ama zaten öyleydim. O kasırga ben hariç birçok şeyi içine çekmeye başladı. Vincent’ide. Tanrıça konuştu bu sefer, sesinden anlamıştım. Ama anlayabiliyordum artık o bilinmeyen dili. Bana bilinmeyen gibi gelmiyordu. Normal dilimle konuşuyordu sanki. “Sen güçlü bir büyücüsün, önünde başarılarla dolu bir gelecek var. Vincent Tanrıça'ya inancı en yüksek büyücüydü. Eğer şimdi Vincent’i affedip onun dirilmesine izin verirsen içindeki, sana karşı olan bütün kötü hisleri alınacak. Büyük Tanrıça, hep yanında olacak. Şimdi söyle bakalım acemi büyücü, affediyor musun onu?” “Ne?” demek oldu tepkim. Nasıl yani? Ölüler dirilmezdi ki! Ne yapacaktım şimdi? Belki de bana bir oyun oynanıyordu. Belki de bu önceden planlanmıştı. Kasırganın üstünde yine o gözler belirdi, bu sefer lacivertimsi bir renkti. Yine belli olmak için, diye düşündüm. Bu sırada kasırganın arkasında birileri belirdi. Omzuna uzanan kahverengi dalgalı saçları ve insanın içine işleyen ela gözleriyle annem, terlediği kır saçlarının açık bıraktığı alnından belli olan büyükbabam ve mavi gözlerinin altındaki morlukla, hala eskisi gibi olan babam. Bir an onlara doğru koşmak istedim ama babam hayır anlamında kafasını salladı. “Kararını ver,” dedi sakin bir ses tonuyla, “sana verdiğimiz öğütleri unutma.” Birini öldürmüştüm, beni öldürmeye çalışan birini. Ve şimdi benden onu affetmem isteniyordu. Ama o beni öldürmek isterken ben onu öldürmüştüm. Şimdi en büyük suç bendeydi. Sanırım kararım belliydi. “Affediyorum,” dedim kısık sesimle. Vincent kasırganın yanına kadar sürüklenmişti, şimdi onu yok etti Tanrıça. “Kutsanmış Ada’nın genç koruyucuları hep yanında olacak. Büyük Tanrıça hep senin yanında olacak. Merhametinle asilliğini belli ettin. Önündeki gelecek çok parlak. Büyük Tanrıça seni kutsuyor!” dedi o ses, Tanrıça’nın sesi. Ve kasırga ortadan yok oldu. Camları kırılmış, darmadağın koridorda. Birkaç saniye sonra kendimi ailemle birlikte evimde buldum. Mutfaktaydım. Gözüme masanın ortasındaki büyük pasta çarptı. Tam tamına 3 katlıydı, çikolatalıydı. Üstüne benim küçükken çok sevdiğim büyücü Merlin’in oyuncağı vardı. Pelerinindeki yıldızlar parlıyor ve gözleri ışıl ışıl bakıyordu. Canlı gibiydi. Yanında beyaz porselen tabaklar ile çatal ve bıçaklar vardı. Masanın ucundada en sevdiğim dilimlenmiş muzlu keklerden duruyordu. Annem, babam ve büyükbabam gülümsüyorlardı bana. Annemle babam yanıma gelip sarıldılar bana. Daha sonrada büyükbabam geldi. “Çok iyi bir büyücü olacaksın,” diye fısıldadı kulağıma. Gülümseyerek geri çekildi ve pastanın üstünde mavi ve beyaz çizgili mumlar belirdi. Her katında 5’er tane vardı. Merlin oyuncağının önünde de 1 tane. Bir üfleyişte hepsi söndü. Ailem alkışladı. Camdan dışarı baktım bir an. Akşam olmuştu. Gökyüzünde parlayan ay gülümsüyordu sanki bana. Yıldızlarda onunla birlikte eşlik ediyorlardı. Bir gölge gördüm sanki. Kapıya doğru geliyordu. Hızlıca kapıya doğru koştum. Babam ve büyükbabamda benim biraz gerimde duruyorlardı şaşkın bir şekilde. Kapıyı açtım, geriye doğru çekildim. Vincent. Simsiyah gözleriyle bana bakıyordu gülümseyerek. Dişleri sarı ve çürük değildi. Yüzünde herhangi bir şeyde yoktu. Elinde de kırmızı bir hediye paketi vardı. “Doğum günün kutlu olsun!” dedi gülümseyerek. Hediye paketini bana doğru uzattı. Elime aldıktan sonra kulağıma bir şeyler fısıldandı: “O senin en yakın dostun ve yol göstericin olacak. Her zaman yanında gerçek bir arkadaş olacak. Ona yaşanan olaylardan bahsetme, hafızasında olaylara dair hiçbir şey yok.” Hayatımdan çıkmasını istiyordum aslında. Sabah beni öldürmeye çalışan biri, şimdi benim dostum mu olacaktı? “Hayır, git buradan!” diye bağırdım ona, hediye paketini eline verdim ve kapının dışına doğru ittim. Kapıyı kapatacakken biri geriye çekti beni, büyükbabam. “Herkesin ikinci bir şansı vardır,” diye fısıldadı ve Vincent’e “İçeri gel,” dedi. Vincent şaşırmıştı ama tekrar gülümseyerek içeri girdi. Annem pastayı çoktan kesmiş ve tabaklara koymuştu. Merlin oyuncağını da benim oturacağım yerdeki tabağın yanına bırakmıştı. Ben yerime oturduktan sonra Vincent’te yanıma oturdu. Hemen pastadan bir parça aldı. Bana bakarak gülümsemeye başladı. Ben ise somurtarak ona bakıyordum. Büyükbabam bir ehem sesi çıkardıktan sonra pastama döndüm. Çabucak dost olmamı bekleyemezlerdi. Pastamdan bir parça aldıktan sonra aklıma bir şey geldi. Kilitli oda. Ne vardı orada? “Kilitli odada ne var?” diye sordum merakla. Büyükbabam “Her şeyi biliyorsun, gizlemenin anlamı yok,” diye başladı sözlerine. “Odada bir büyücü arşivi var. Büyücü olduğunu bilmediğin için senden saklıyorduk. Büyücüler dünya üzerinde çok az kalmıştı ve bizde artık normal insanlar gibi yaşıyorduk. Ama işe yaramadı. Öğrendin. Bir ara gidip bakabilirsin o odaya,” diye bitirdi cümlesini. Bu kadar basit bir şeyi benden saklamışlardı. Heyecanım bir an gitmişti. Daha sonra ofisteki olaylar aklıma geldi. “Baba,” diye başladım sözüme, “işlem bölümünde kim çalışıyor?” Sohbet olayını söylemeden duramayacaktım. “Bayan Granger. Neden sordun?” dedi merakla babam. “Sanırım işten kaytarıp arkadaşlarıyla internette sohbet ediyor,” dedim gülerek. Diğerleri de gülmeye başlamıştı, Vincent’te. Pastamı bitirdikten sonra oturma odasına geçtim. Vincent’te arkamdan geldi. Pastamı yerken bana aynı okulda ve aynı sınıfta olduğumuzu söylemişti. O pasta benim boğazımda kalmıştı. Hiçbir şey söylemeden oturuyorduk öylece, televizyondaki ulusal haberlere bakıyordum. Normalde hiç sevmezdim, sadece bir şeylerle uğraşmak için izliyordum. Eğer oyun oynasaydı bu kadar iyi oynayacağını sanmıyordum Vincent’in. Gerçekten içindeki bütün kötü duygular alınmış olmalıydı. İçtenlikle gülümsüyordu bana çünkü. Sanırım onu kabullenecektim. Haberler bitene kadar hiç konuşmadık. Annemlerde içeri gelmemişlerdi. Anlaşılan bizi yalnız bırakmak istiyorlardı. Vincent “Ben gidiyorum,” diyerek ayağa kalktığımda sevinmiştim doğrusu. Kapıya kadar uğurladım onu. Evden çıktıktan ve arkasından el salladıktan sonra kapattım kapıyı hızlıca. Ama bu sinirlerim boşunaydı, sanırım gerçekten dost olacaktık…
| |
|