Serpent Felis Leo Slytherin IV. Sınıf
Gerçek Adı : Doğukan Kayıt tarihi : 04/11/10 Mesaj Sayısı : 28 Mücadele Tarafı : Gandalf
| Konu: Serpent Felis Leo Perş. 04 Kas. 2010, 21:53 | |
| Oyuncunun Adı: Doğukan Oyuncunun RP Deneyimi: 8 yıl İstenilen Sınıf: Maksimum, mümkünse. Karakterin Tam Adı ve Soyadı: Serpent Felis Leo Karakteristik Özellikleri: Serpent yetimhanede doğdu, bunun handikapı olarak sıkça ezildi. Sihirli özellikleri ortaya çıktıktan sonra yetimhanede kontrolü ele alıp, kendisine acı çektiren herkesten intikam aldı. Büyücü olduğunu öğrenene kadar fantastik kitaplar üzerinde araştırmalar yaptı. Lakin yeteneklerini herhangi bir mantığa dayandıramadı. Sonunda Hogwarts'a çağırıldığına dair mektup eline ulaştığında ne kadar özel olduğunu tüm dünyaya gösterme fırsatının ortaya çıktığının farkına vardı. Yani Serpent her türlü sinsiliği çekinmeden gerçekleştirebilecek potansiyele sahiptir. Sevdikleri: Kan ve Kum. Sevmedikleri: Kız kılıklı erkekler. Örnek Rol Oyunu; - Spoiler:
Sihir Bakanlığı Krem rengi yağmurluk giymiş uzun boylu silüetin bu mermerlere basmasının üzerinden tam olarak bir yıl geçmişti. Onu gören çalışanların farklı perspektiflerden attıkları dostça ya da düşmanca bakışlar, hızlı adımlarla yürüyüp hedefine ulaşmaya çalışan adamın umrunda değildi. Atrium'u geçerken gözü girişteki heykele şöyle bir takıldı, bir farklılık görmüştü sanki. Fakat üzerinde durmadan yoluna devam etti. Uzun bir koridora sağlı sollu kapılar eşlik ediyordu, her zamanki kahverengi duvarkağıtları insanı resmiyete sürükleyen bir yapıya sahipti sanki. Ahşap kapılar gıcırdamaması için büyülenmişti, önemli mevkilerdeki insanların büyülenmiş pencereleri yapay bir dünya sunuyordu büyücülere. Her şey eskisi gibiydi, Matt gitmeden önce nasıl bıraktıysa öyle buluyordu her şeyi. Fakat eski bürosuna yaklaştıktça ortaya çıkan değişimlere bir bir tanık oldu. Duvarlarda farklı posterler asılıydı, her biri aranan büyücülerin hareketli birer portresiydi. En büyük posterde Ruthven vardı, kırmızı bültenle arandığı özellikle belirtilmişti. Matt'in gözüne farklı görünen şey ise, adamın başına konan ödüldü. Diğer posterlere baktı, işte MZ oradaydı. Bir vampir ordusu kurduğunu sihir basını sayesinde tüm büyücülük dünyası öğrenmişti. Aldırmadan yürümeye devam etti Matt, eski bürosuna yaklaştıkça etrafındaki insan sayısı azalıyordu. Duvarkağıtlarının rengi gittikçe koyulaşıyordu, bir süre sonra siyah halini almıştı. Kesinlikle hayırlı değildi. Eski bürosunun aralık bırakılmış kapısından içeri adım attı, karşılaştığı boş oda değişik bir dekorasyonla süslenmişti, pembe renklerin hakimiyeti göz kamaştırıyordu. Küçümseyici bir gülümseme yolladı Matt, ve eski masasının üzerindeki dantelli örtüye odaklandı. Örtünün üzerinde bir kağıt parçası vardı, adım adım yaklaşarak dikkat kesildi. "Kahven hazır Castiel, birazdan geleceğim."
Henüz Castiel kimliğine bürünmemiş Matt masanın üstünde dumanları tüten, ve bir Gryffindor kupasının içinde bulunan kahveyi fark etti. Sonrasında odaya girdiğinde atmış olduğu küçümseyici gülümseme, ufak bir kahkahaya dönüşerek seviye atladı. Basit bir numaraydı, ucuz bir tuzaktı. Kupanın üzerindeki sihrin yaydığı enerji koridorun diğer ucundan hissedilebilecek kadar belirgindi. Ne ucuz numara... Fakat Matt'in kendi hayatında belirleyip koyduğu kurallardan biri de düşmanlarını hiçbir zaman kırmamaktı, onlara istediklerini verirdi çoğu zaman. Ama hepsinde de yaptığı kibarlığın karşılığını, onların hayatlarını bitirerek alırdı. Yine öyle bir durumdaydı işte, yeteri kadar düşünmüştü. Diğer ucunun nerede olduğu belirsiz anahtarı kavrayarak içindeki sıvıdan bir yudum aldı. Ve tam da beklediği gibi ayakları yerden kesilmiş, etrafındaki her şey dönmeye başlamıştı...
Yere adım attığında nerede olduğunu kavramaya fırsatı olmadan asasını çekti, milisaniyeler içinde gelen iki laneti sağlam bir kalkan büyüsü yaparak savuşturdu. Düello başlamıştı, işte Ashe de oradaydı. Bakanlığa adım attığı ilk günden beri, karanlık tarafın bir casusu olduğunu, tavırlarındaki aşırı laubalilikle belli etmişti Matt'e. Yanında ise yüzleri kapalı iki yandaşı vardı, az önceki lanetler ise onlardan gelmişti. Herhangi bir diyaloga vakit bırakmadan tekrar saldırdılar, tekrar püskürtüldüklerinde kendilerine gelen karşı büyülerden zorlukla kurtuldular. Matt sakindi, henüz Castiel'ın gelmesi için bir seep olmadığını düşünüyordu. Birkaç saniyelik boşluktan yararlanarak etrafına bakmış, binaların yarımay şeklinde etrafını sardığını görmüştü. Açık tarafında ise hedefleri, arkalarında ise Monstrosity Ormanı vardı. Burada işi bitince Salazar'ı görmeye gideceğini aklındaki listeye yazdı ve harekete geçti. Öne atılarak yolladığı sersemletici yarı yolda dağılarak yayılmıştı. Her bir parça büyümeye başlayıp, uçları tekrar birleştiğinde kıpkırmızı, devasa bir duvar maskeli iki bedeni vurdu. Ashe ise Matt'in tam arkasına cisimlenerek, elindeki hançerle büyücünün sırtına doğru hamle yaptı. Tam o anda Matt gözlerini kapadı, tüm benliğiyle yoğunlaşıp onu çağırdı, Castiel'ı...
Ashe kendini büyük bir enerji patlamasıyla geriye uçar halde bulunca şaşkınlığna yenik düşmüştü, neler oluyordu böyle? Düşüncelerinin beynine bir bir akın etmesinden önce yere kapaklandı, sağ elindeki asası düşerek birkaç metra yuvarlandı. Cadı kendini toparlamaya çalışıyordu, uzun süre sonra ilk kez korku ruhunu yavaş yavaş ele geçiriyordu. En son ne zaman böyle hissetmişti? Evet, başarısız olduğu bir görevden sonra lordunun karşısında da aynen böyle, tir tir titremişti. Peki şu an tam olarak neden korkuyordu? Kımıldayabilse aradığı cevapları bulacaktı, fakat bilinci tamamen açık bir şekilde yerde yatmasına rağmen, felçli mugglelar gibi tek kasını oynatamıyordu. Eragon ölmüştü, Wood onun gibi bir büyücüyü sağ bırakmazdı. Onun gibi güçsüz bir büyücüyü neden sevmişti ki? Sonra cadı areketlendi fakat kendi iradesinin dışında olduğunu fark etmesi birkaç milisaniye sürmedi. Yüzüstü düşmüştü, fakat bir güç tarafından sırtüstü çevrilmişti. O gücün kaynağı ise görülemiyordu, gecenin karanlığını delip geçen ve kadının gözlerini neredeyse kör eden bembeyaz bir ışık rakibinin kimliğini gizliyordu. Karşısındaki hala Wood muydu? Bu nasıl bir sihirdi?Monstrosity Ormanı Nadia'nın susuzluğunu gidermesi için ava çıkması şarttı, lakin tehlikenin merkezi olan bir ormanda olmaları O'nun için endişelenmesini de beraberinde getiriyordu. Peki kendisi? Cormac da susamış mıydı? Evet, hem de çok susamıştı. Vahşi hayvanların kanını içerek bir süre idare edebiliyordu, ama artık tak etmişti. Kesinlikle bir bedeni kıvrandırmalı, kanının son damlasına kadar emmeli, onu bembeyaz bırakana kadar beslenmeliydi. Kızkardeşiyle gözgöze geldiğinde O'nun da aynı düşünceleri paylaştığını anladı. Karanlık Lorda hizmetlerini sundukları günden beri zıt kişikiklere sahip olmalarına rağmen aynı kararları alıyorlardı. Ve ikisi de bu durumdan memnundu. Ağır adımlarla ormanın derinliklkerine doğru ilerlediler, kontrol edilemez hızları ve çıt çıkarmadan hareket edebilmeleri sayesinde bu akşam bu ormandan avsız dönmeyeceklerdi. Yol boyunca konuşmadan hareket ettiler, bakışları anlaşmalarına yeterli oluyordu. Bir süre sonra, ay ışığının aydınlattığı kadarıyla önlerinde beliren patikadan yürümeye başladılar, burada orman daha da sıklaşmıştı. Attıkları her adımda karanlık üstlerine çokmeye devam etti. Bir süre sonra Cormac adımlarını yavaşlattı, Nadia'yı yanına çağrıp fısıldadı. "Saat on yönünde, dikkatli bak."
Birkaç saniye sonra iki vampir de görebiliyordu, paltolu bir adam, muhtemelen bir büyücü, ormanın en derin noktasında kıpırdamadan duruyordu. Sanki Tanrı'dan bir hediye yollanmıştı kardeşlere, yapmaları gereken tek şey paketi sıyırıp istediklerine kavuşmaktı. Cormac Nadia'ya son bir kez baktı, gereken talimatı verdikten sonra avının sol tarafındaki ağaçlara tırmanmaya başladı. Bir kedi gibi çıt çıkarmadan yavaş yavaş ilerledi, yeteri kadar yaklaştığında bir anda atılıp bekletmeden ısıracaktı. Kan tutkusu, kan arzusu iliklerine işliyor, titremesini güçlükle kontrol ediyordu. Evet, şu dala atlasa yeterdi, oradan avına ulaşan güzel bir açı vardı. Fakat kıpırdayamadı Cormac, ona engel olan bir şey vardı. Sağ tarafına çevirdi gözlerini, aynı duruma yakalanmış Nadia'yı da gördü. Sanki önlerinde bir set vardı, görünmez bir duvar gibiydi. Eliyle yokladı önünü, bir noktadan sonra ileri gidemediğini fark ettiğinde, avı olacak olan bedenin, kardeşlerin varlığını hissettiğini anladı. Arkasını döndü, kaçmaya çalışacaktı, Nadia'yı da alıp burada uzaklaşmalıydı. Fakat kımıldayamıyordu, panik parmak uçlarından tüm vücuduna doğru difüzyona uğradı. Kendisi için değil, kardeşi için endişeleniyordu. Fakat kafasını çevirip bakamıyordu bile! Kendini, iradesini, cesaretinin limitlerini zorladı. Başını az da olsa çevirebilmişti, gözlerini de kısıp ileriye konsantre olmaya çalıştı. Neler oluyordu orada?
Gecenin tüm karanlığını, tüm sessizliğini yaran bir çığlık, ardından o çığlığa cevap verirmişcesine öfkeyle yükselen bir nida... Kardeşler kapana kıstırılmışlardı, kımıldayamamaları bir yana, her taraftan yılanlar üstlerine geliyordu. yavaş yavaş yaklaştı hayvanlar, vampirlerse korkuyla sindi. Çığlıkların yerini tekrar sessizlik aldı. Aradan geçen birkaç saniyeden sonra Cormac duymaktan korktuğu şeyi işitti, Nadia'dan gelen acı dolu bir çığlık kulaklarına dolmuştu. Görebildiği kadarıyla kardeşi yılanlara yem oluyordu, çektiği acı ise muazzam düzeylerdeydi. Daha önce onu hiç böyle duymamıştı, çaresizlik içinde son bir denemeyle kımıldamaya çalıştı. Fakat nafileydi, artık konuşamıyordu bile. Bir süre sonra kardeşinin çığlıkları yerini hafif inlemelere bıraktı, sonrasında üçüncü kez geceye hakim olan sessizlik geldi. Gözleri doldu genç vampirin, içinde zerre umut kırıntısı kalmamıştı. Olanları biliyordu, gitmişti işte, Nadia artık yoktu...
Gecenin ilikleri donduran sessizliğiyle tezat oluşturmayan bir ses duyuldu sonra, bir fısıltı, bir tıslama... Ve Cormac son bir kez başını çevirip yukarı baktı, gördüğü görüntü karşısında korkudan kendini kaybetti, gözleri kapandı ve dengesini kaybedip aşağı düştü...Spinner's End Uzun boyluyla aynı sıfatı kullanabileceği saçlara sahip, geniş omuzlu, hafiften kirli sakallara sahip beden en yakın dostunu arıyordu Spinner's End'te. Küçüklüklerinden beri , kavga ettiklerinde aynıı parka giderlerdi. Doug'ın en sevdiği mavi salıncağa o gün hep Michael otururdu. Doug da ona inat kırmızı salıncağa giderdi. Bir sure yan yana sallandıktan sonra biri diğerinini salıncağına çarparak dengesini bozar, gözgöze geldiklerinde birbirlerine gülümseyip resmi olarak barışırlardı. Anne karnında başlayan dostluklarının sağlam temelleri sayesinde bu güne kadar hiç ayrılmamışlardı, tarafsız olan Doug sırf Micheal'dan ayrılmamak için karanlık lorda katılmıştı. Peki pişman mıydı? Bilmiyordu...
Parka ulaştığında görmeyi beklediği silüeti parkın kenarında, bir bankın üzeririnde bulmak isterdi, ama yoktu işte. Hayal kırıklığına uğrayarak boş banka yürüdü, tam oturacakken solundaki ara sokakta biri tarafından düpedüz izlendiğini gördü. Silüet neredeyse Doug'la aynı boydaydı, üzerinde mugglelara has bir paltoya sahipti. Adamın kılı kımıldamıyordu, Doug'ın salgıladığı adrenalin miktarı her geçen saniyede artarken kendini fena halde yalnız hissetti. Asasını tedirginlikle çekip Micheal'ın bir an önce burada olmasını dilemekten başka şansı yoktu. O her zaman güçlü olmuş, Doug'ı koruyup kollamıştı. Bu düşünceler aklından geçtiği anda, kendini toparlama kararı alarak, emin adımlarla adama doğru yürümeye başladı. Attığı her adım ona beş adım gibi geliyordu, aklında yollayacağı ilk büyünün ne olması gerektiğini tartıyor, çabucak bir karar vermeye çalışıyordu. Her şey birbirine karışmıştı, kafasını toparlamak için başını öne eğip adama bakmayı kesti, yürümeye devam ediyordu. Stupefy? Hayır hayır daha sert bir şey olmalıydı, Crucio? Evet. En iyisi buydu. Asasını daha sıkı kavrayıp kafasını kaldırdı. Ne? Nasıl? Gözlerini daha dikkatli baktı, ama sokağın sonunda, boyaları yer yer dökülmüş mavi arabadan başka bir şey görmedi. Bir anda durdu, beynine sonunda kan gitmeye başlamıştı, neler olduğunu kavradığı an arkasını dönmek istedi, adam oradaydı. Fakat dönemedi, havayı yararak gelen yeşil ışınların sesini duyduğunda artık çok geç olduğunu anlamıştı...
Büyü Doug'ı büyük bir hızla, sırtından vurmuştu, fakat beklediği gibi bir ölüm laneti olmadığını birkaç milisaniye içinde anladı. Vücudunun her milimetresine işkence eden acıyı hissettiğinde attığı çığlıklar herkesi uyandırabilecek nitelikteydi. Kasları kendi kendine kasılıyor, yüzüstü durumdan sırtüstü duruma istemdışı geçiyordu. Gözleri kısılmıştı, karşısındaki adamın yüzünü seçebilmesi olanaksızdı. Her şey bitmeliydi, burada ölmeliydi, ölmeliydi...
Tüm acı birdenbire kesilip kendini nefes alabilir halde bulunca öldüğünü sandı, bir ölü nefes alabilir miydi? Titreyerek ayağa kalktı ve etrafında kimsenin olmadığını, adamın gittiğini, ve onun yok olduğu noktanın yirmi metre kadar ilerisinde Michaell'ın ona seslendiğini gördü. Ona doğru yürüdü, onu uyarmalıydı, bu bir tuzaktı. Kendi varlığıysa bu tuzağın merkezindeki yemdi. Kendini bir ayıkapanının ortasındaki biftek gibi hissetti bir an, yürümeye devam etti. Ciğerlerini doldurup konuşmaya çabaladı, fakat silencio büyüsünün etkisi altında olduğunu görünce çabalamaktan vazgeçti. Karşısında inanılmaz biri vardı, onunla baş edebilecek bir kişi varsa, o da Michael'dı..
Michael Doug'u görmüştü, onun yerden kalktığını görünce ona doğru hamle yapıp koşar adımlar atmaya başladı. Etrafını herhangi bir tehlikeye karşı dikkatlice süzmeliydi, fakat en iyi dostunun bedeninin zor durumda görünce aklı tamamen gitmişti. Doug'ın yanına kadar geldi, çenesinden tutup kafasını göz hizasına kadar kaldırdı. Şokta falan değildi, konuşmaya çabalıyordu, fakat becerebildiği söylenemezdi. En sonunda gözlerini Michael'dan ayırmış, sırtının arkasındaki başka bir hedefe kilitlemişti. Michael yavaş yavaş döndü, ve o an krem rengi paltosunun içindeki Wood'u gördü. Evet, onu tanıyordu, Hogwarts'ta bir dersin profesörü olmuş eski bir bakanlık çalışanıydı. Asasını çekti Michael, sol konundaki 'M' ye bastırıp yardım çağırdı. Onu kendi de halledebilirdi, fakat elinden kaçırmak istemiyordu. Dönüp Doug'ın hırpalanmış haline baktı, öfke tüm bedenini ele geçirirken diğerlerinin gelmesini beklememe kararı aldı, sabırsızlığın ruhuna hakim olduğu an, bir kurt gibi avına atladı. Affedilmez lanetleri bir bir adama yolladı, hepsinden rahatça kurtuluşunu sinirlenerek izledi. Binaların tepesine cisimleniyor, tam arkasında belirmeye çalışıyor, her defasında farklı bir noktadan adama saldırıyordu. Michael çok hızlıydı, yolladığı büyülerin kuvvetinin seviyesi çok yüksekti. Fakat Wood atacağı her adımı biliyordu sanki, Her defasında Michael'ı gafil avlayabilecek bir konuma cisimleniyor, fakat hiçbir zarar vermeden duruyordu...
Michael denemekten vazgeçti, beklenen yardım da bir türlü gelmemişti. Parkın doğuya bakan tarafındaki yüksek binanın tepesindeydi şu an, Doug'ı görebiliyordu. Önün güvende olması için Michael canını bile feda ederdi. Lakin, ne yapıyordu bu böyle? Ellerini Michael'a doğru sallayıp bir şeyler anlatmaya çalışıyordu sanki, bu kadar yüksekten net değildi görüntü. Ve birkaç saniye sonra Doug'ın yanına cisimlendi Michael, gördüğü manzara karşısında donup kalması içten bile değildi. Yardım gelmişti evet, fakat hepsinin cesedi şu an ayaklarının dibindeydi. Buradan hemen kaçmalı, lord'u bulmalılardı. Doug'ın kolundan tuttu, cisimlenmeye çalıştı. Fakat beceremedi, sıkı sıkı kapatmış olduğu gözlerini açında Wood'u tam karşısında buldu. O sırada kaynağı belli olmayan, göz kamaştırıcı bir ışık yavaş yavaş şiddetini arttırıyordu, Michael koluyla gözlerini siper etti. Bilincini kaybedip bayılmadan önce düşündüğü son şey bu adamın nasıl bir sihre sahip olduğuydu...Rebels Temple Michael da, Ashe de, Cormac da gözlerini aynı anda açtı. Ayaktaydılar, aralarında belli bir uzaklık bulundurarak yanyana dizilmişlerdi. Tahtadan yapılma bir platformun üzerinde duruyorlardı, platform bir merdivenle toprağa bağlanıyordu. Önlerinde ise arayıp da bulamadıkları Kutsal Güç örgütünün karargahı vardı. Ayaklarının sadece yarısı platformun üzerindeydi, diğer yarısı boşluktaydı. Bir güç tarafından dengede tutuluyor, kımıldamalarına izin verilmiyordu. Sadece başları hareket edebiliyordu, birbirlerini bu sayede gördüler. Ölümyiyenlerin yüksek mevkili üyelerinin tutsak edildiğini kavramışlardı, ne kadar zor durumda olduklarını tahmin bile edemezlerdi. Tek kelime konuşmadan karşıya baktılar, ve Wood'un onlara bakan yüzüyle karşılaştılar. Ellerini arkadan bairleştirmişti, suratı herhangi bir ifade barındırmıyordu. Ve gündüz olmuştu, kaç saattir tutsaktılar? Ne zaman sorguya çekileceklerdi? Wood'un planı neydi?
"Cormac, Ashe ve Michael...Evime hoşgeldiniz..."
Büyücü adım adım onlara yaklaşırken sevdikleri akıllarına geldi birden, Nadia, Eragon, Doug hayatta mıydı? Nasıl olmuştu da etkisiz hale getirilmişlerdi? Wood onlara beş metre kadar uzaklıktaydı şimdi, onlara sabit bir ifadeyle bakıyordu, ses tonu güçlü ve gizemliydi...
"Buradasınız... Peki neden buradasınız? Örgütümüz tarafından cezalandırılmayı hak edecek ne yaptınız? Bi düşünelim. Muggle katliamları, lorda yandaşlık etmek, çalmak, harap etmek, öldürmek... Kötü bireyler oldunuz, ruhunuzu karanlığa satıp hayvani hazlar duymak için kimseyi umursamadan istediklerinizi yaptınız. İnsanları sevdiklerinden alıkoydunuz. Bu affedilemez bir durum."
Buz gibi bir rüzgar iliklerini dondururken üç tutsak da sağlıklı düşünemiyor, hipnotize olmuş gibi Wood'u dinliyorlardı. O'nun planını yavaş yavaş kavrıyorlardı, sevdikleri alıkoyma konusunda sesinini vurgusunu fark etmemeleri imkansızdı. Konuşmaya çalıştılar, fakat beceremediler. Belki üzerlerindeki silencio büyüsü, belki de Wood'un gücününü enerjisi buna sebep olmuştu, şu an her şey belirsizdi...
"Peki şimdi ne olacak? Cezalandırılacaksınız. Ama tarafımdan değil, Tanrı tarafından cezalandırılacaksınız. Ben sadece sizi ona yollayacağım. Benim görevim sizi durdurmak, başka cinayetler işlemenizi önlemek. Ve bunu yerine getirmemem için hiçbir sebep yok...
Arkanızdaki çukurda dün gecenin hasılatı var. Hepsinin üzerine muggle icadı bir sıvı döküldü, yanıcı basit bir sıvı. Sonsuza dek yok edilecekler, fakat onları tutuşturacak bir ateşe ihtiyaçları var. Ama bu konuda endişelenmeyin, ben bizzat bir çaresine bakarım...
Size bir tavsiye, dua edin. Af dileyin. Affedilmeye fena halde ihtiyacınız var, bundan emin olabilirsiniz. On saniyeniz var.."
Panik halinde birbirlerine bakmaktan başka çareleri yoktu, bedenlerinin üst kısmını az da olsa hareket ettirebildiklerini fark ettiklerinde arkalarına baktılar. Derin bir çukur, ve o çukurun içinde onlarca ceset vardı. Cesetlerin tepesinde ise değer verdikleri insanlar yatıyordu, kedavra lanetiyle öldürüldükleri gözlerindeki bakışlardan belliydi. Üstlerindeki ıslaklık belirgindi, bu Wood'un bahsettiği o muggle sıvısı olmalıydı. Nasıl tutuşacaktı? Bunu düşündükleri küçük süreden sonra kafalarına dank etti, çukura düşecek olan ateş kendilerinin bedenleriydi. Zorla önlerine döndürüldüler, bakışları Wood'a döndü. Ve hiçbiri dua etmedi, hepsinin isyan etmek için bir amacı, bir sebebi vardı. Bu düşünceyle yaşamışlardı, bu şekilde öleceklerdi...
"Huzur içinde uyuyun.."
Castiel, asa tutmayan elini, narin bir kadehi dikkatlice tutup, şerefine kaldırıyormuş gibi kaldırdı. Parmaklarını saat yönünde, kadehi çevirir gibi çevirdi, ve tutsakların boynu aynı yönde çok daha şiddetli bir şekilde çevrilere kırıldı. Üçü de ölmüştü, yaşamlarında düşündükleri son şekilde gitmişlerdi bu dünyadan. Castiel tüm bunları yapmasının bir amacı olduğunun farkındaydı, aydınlık adına iş yaptığından kesinlikle bir şüphesi yoktu. Tanrı'nın emirleriyle hareket ediyordu, ve tutsaklara acımasızca davranmamıştı. Onları diri diri yakabilirdi, basit bir şekilde öldürmektense işkenceden çıldırtabilirdi. Elde edebileceği bilgileri bu şekilde elde edebilirdi. Bunun yerine veritaserum kullandı, onlara olabildiğince acısız bir ölüm tattırdı. Bu yüzden merhametliydi, buna merhamet demeyen insanlar çıkabilirdi elbette. Ama Castiel'ın karanlığa maksimum müsaaması buydu.
Hala havada duran elinin parmaklarını şıklatarak bedenleri tutuşturdu, yanan bedenleri dengede tutmayı bırakıp düşmelerine izin verdi. Ardından çukurdan yükselen alevler, alevlerin yarattığı çıtırtı karargahtan bile duyuldu. Tüm üyeler, tüm savaşçılar bahçedeydi, başından sonuna kadar liderlerinin ritüelini izlemiş, yanan cesetlerin görüntüsü karşısında aldıkları zaferin tadını çıkartmışlardı. Aydınlık taraftakiler ölümden mutlu olmamalıydı, zaten mutlu oldukları şey ölüm değildi. Daha az ölüm olacaktı, ölümlere sebebiyet veren insanlar öldürülürse, ölümlerin sayısı doğal olarak azalabilirdi. Yani ölüm her şekilde kullanılabilirdi, tıpkı ateş gibiydi. Saldırıda da kullanılabilirdi, donmamak için hayatta kalmak amacıyla da...
Cass arkasını dönüp savaşçılarının gözlerine birer birer baktı. Söylediği son sözcüklerin, onların hafızasına kazınmasını gönülden diliyordu. Her biri değerliydi, ve Castiel hiçbirinin karanlık tarafa yem olmasına izin vermeyecekti. Her zamanki güçlü ses tonuyla konuşurken, gözlerindeki ifadenin hepsi tarafından anlaşıldığından emindi...
Kutsal Güç adına, aydınlık adına bu eylemleri yapıyoruz. Amacımız, dünyaya iyiliğin hakim olması, insanların Tanrı'nın yolundan ilerlemesi, ve huzurun bu topraklarda ilelebet kalmasıdır. Bunu her biriniz biliyorsunuz. Ve dışarıda neler olduğunun farkındasınız, bugün yaptığımızdan çok daha fazlasını yapmak zorundayız. Bu yolda beraber ilerleyeceğiz, ve attığınız her adım yanınızda olacağım. Kutsal Güç için. Aydınlık için..."
| |
|