[size=11]Seçmen Şapka Formu;
Oyuncunun Adı: Ayşin
Oyuncunun RP Deneyimi: 2 yıl
İstenilen Sınıf: VI
Karakterin Tam Adı ve Soyadı: Aquilano Llythia Romolius
Karakteristik Özellikleri: Biraz asosyal gibi görünse de gayet sosyal bir kızdır. Asosyal gibi görünmesinin nedeni, çevresindeki insanlardaki bazı özelliklere çok dikkat etmesidir. Arkadaş çevresi geniştir ama bu çevrenin safkan veya Slytherin'lerden oluşmasını ister. Safkan takıntısı vardır anlayacağınız. Çok fazla insana olmasa da, oldukça değer verdiği kişiler de var tabii. Ailenin tek çocuğu olarak gayet şımartılmıştır. Narsisttir. Her ne kadar taoizme inansa ve içinde iyilik olduğunu içten içe bilse de, hep reddeder bunu. İlgi görmek için yapmayacağı şey yoktur. Biraz da dengesizdir, bir gün söylediği şeyin tersini söyleyebilir başka bir gün. Yalan konusunda üstüne yoktur, çok rahat yalan söyler. Ayrıca çok yaratıcıdır.
Sevdikleri:
x Kendisi
x Quidditch
x Macera.
x Her türlü şekerli yiyecek.
Sevmedikleri:
x Safkan veya Slytherin olmayanlar.
x Yılanlar.
x Sırlar.
Örnek Rol Oyunu;
1989 Nisanının 22. gününde sıradan bir muggle hastahanesinde gerçekleşmişti doğumu. Sıradan bir büyücünün doğumu, denebilirdi. Bu kadarını biliyordu kendisi hakkında. Bir de, ailesinin onu terk ettiği yalanına inandırılmıştı. O cumartesi günü yaşananlar… Üzerine sır perdesi örtülmüş anılar… Ölümyiyenlere ihanet eden ebeveynlerinden almıştı O’nu Karanlık Lord, aslında. Ama neden? Şu ana kadar benimsediği her düşüncenin yalan, her insanın riyakar olduğu gerçeğini hazmedemiyordu.
Günlüğün sayfalarını karıştırmaya devam etti. Her fırsatta geldiği kütüphanede bulmuştu bu günlüğü. Lord, buraya girmesini yasaklamıştı hiçbir açıklama yapmadan. Şu ana kadar hiç yakalanmamıştı bu çok sevdiği odadayken. Kanındaki adrenalin oranı neden son hızla yükseliyordu, bilmiyordu. Sinirden mi, öğrendiği şeylerin yaptığı baskıdan mı, yoksa Lord’un her an karargaha gelip O’nu günlüğünü okurken görebileceğinden mi? Hızla çarpan kalbi, damarlarına ‘zehir’ olarak nitelendirdiği, yokluğu insanı güçsüz kılan kırmızı sıvıyı var gücüyle pompalarken, işine yaramayan bilgilerle dolu bir sayfayı daha çevirdi. İlk bakışta zaten alışkın olduğu, karargahın duvarlarında asılı olan, ortamın kasvetini bir kat daha artıran hareketli fotoğraflardan bir farkı yokmuş gibi görünen bir fotoğraf gördü. Yanan bir bina… Uzun zamandır rüyalarında gördüğü birkaç kesitten biri… Rüyalarında görülmeyen bir ayrıntı, binanın hastahane binası olduğuydu. İçindeki ses, doğduğu hastane olduğunu fısıldıyordu kulağına.
Birçok şey öğrenmiş olduğu halde, kafasında soru işaretleri vardı ve sönen her soru işaretinin yerine yeni bir soru işareti oluşuyordu. Neden O? Lord’un seçebileceği birçok çocuk olmasına rağmen seçilen O'ydu?
Diğer sayfada, bir muggle gazetesinden kesilmiş bir küpürdeki haberi okumaya başladı. Muggle hastahanesinden, binadaki zarardan, ölen ve yaralanan kişilerden bahsetmişti haber. Ancak yangının sebebi hakkında en ufak bir cümleye bile yer verilmemişti.
Bir sonraki sayfa… Basit bir kristal küre… Sayfasının sol üst köşesinde, ‘K10’ yazıyordu. Sayfada başka bir bilgi yoktu. Bu sayfadan sonra başka hiçbir şey yazılmamıştı.
Günlüğün sayfalarına tekrar bakmaya başladı. Bu sefer daha detaylı inceliyordu. Yanan bina resminin bulunduğu sayfaya geldiğinde, sağ üst köşeye atılan tarihi görür görmez cevaplardan birini daha buldu. 22.04.1989. Tahmini doğrulamak için, haberdeki tarihe de baktı, yine aynı. Bu, onun doğduğu hastahaneydi. Daha önce önemsemediği bir bölüme döndü haberin. Kazada ölenler ve yaralananlar… Parmağını sayfada gezdirip soyisimlere baktı, gözüne takılan herhangi bir soyisim yoktu. Tekrar, bu sefer daha dikkatli baktı. Yine, yok. İsimlere baktı, Rebecca ve Ian Chernecé… Soyisim tanıdık gelmese de, isimler oldukça tanıdıktı. “Rebecca, haydi, gel.”, “Hayır Ian! Oradan değil!” sesleri çınladı kulaklarında. Ve bir kadın çığlığı… Şu Ian’ı uyaran kadının çığlığı… Rüyaları, gözünün önünden hızla geçiyordu. Birkaç kez, derin derin nefes aldı. Rüyalar aleminden gelen görüntüler, sesler yok oldu. Günlüğü rafa koyarken, daha önce aklına gelmeyen bir şey fark etti. Günlüğün yer aldığı rafa G3 ismi verilmişti. Hızla gezdi kütüphanenin içinde. K bölümünü bulmuştu ama 10. raf kendi boyundan iki kat yüksekteydi. Etrafta merdiven aradı, yoktu. Acaba Lord, yüksek raflara nasıl ulaşıyordu? O'nu o rafa ulaştıracak bir yol bulmalıydı. Çalışma masasına ilişki gözü. Masayı K bölümünün, koltuğu ise masanın önüne çekti ama masanın üzerine nasıl koyacağını bilmiyordu. Aniden, aklına ilk öğrendiği büyü geldi.
“Wingardium Leviosa.”
Koltuk, masanın üzerindeydi şimdi. Masaya, ardından koltuğa çıktı. 10. rafa ulaşamıyordu yine de. Dikkatlice sırtına çıktı koltuğun. İşte, ulaşmıştı rafa. Kitaplara göz attı, Lord’un ona okuttuğu kitaplar… En sevdiği kitaplar, karanlık sanatlara karşı savunma dersinde kullanılanlardı. Karanlık sanatlara karşı savunmaya karşı ilgisi yadsınamazdı. Lord, onun bu ilgisini gereksiz bulurdu. Lord’un karanlık sanatları sevdirmeye çalışma çabalarını hatırlayınca dudakları hafif bir tebessüm için kıvrıldı. Hogwarts’taki 5. sınıf öğrencilerinin karanlık sanatlara karşı savunma dersi için kullandıkları kitabı aldı eline. Karargahta Lord’dan aldığı dersler geldi aklına. Lord’un karanlık sanatlara karşı savunma gibi gereksiz gördüğü dersleri bile öğrenmek isterdi Aurora. Lord, saldırıya karşı saldırıyı önerse de, Aurora savunmayı tercih ederdi. Lord’un aksine, insanlara acı çektirmek hoşuna gitmiyordu.
Tam kitabı yerine koyacakken, bir kulp fark etti. Tutup pervasızca, olacakları düşünmeden çekti. Kitaplık, duvarın tersine doğru hareket edince, koltuk ve masa da hareket etti. Aurora, dengesini kaybedip koltuğun sırtından sol kolunun üzerine düştü. Kolu, dayanılamayacak şekilde ağrıyordu, kötü biçimde incinmişti. Daha da kötüsü, büyük bir gürültü kopmuş olmasıydı. Az sonra, birkaç ölüm yiyen gelirdi. Kütüphanenin arkasındaki gizli odaya girdi.
Hızlı olması gerektiğini biliyordu. Hızla, odaya daldı. Oda, kütüphaneden gelen hafif ışık haricinde karanlıktı. Boncuk boncuk terlemişti. Sol kolu, vücudunun yanında serbestçe sarkıyordu. Acısını dindirmek amacıyla bir büyü yaptığında, kendini daha iyi hissetti. Ardından “Lumos.” büyüsü yapıp asasını duvarlarda gezdirdi. Kitaplık ile ortak kısmı dışında yuvarlak bir odaydı. Duvarlarda, rüyalarında gördüğü kesitlerin bulunduğu fotoğraflar yer alıyordu; yanan bina, arkasını dönmüş, alevlerin içine koşan adam, arkasından gitmemesi için bağırıp bir işaret yapan kadın ve koşuşan başka insanlar… Odanın ortasında, kristal küre… Tıpkı günlükte gördüğü küreye benziyordu. Küreye yaklaştığında, kızıl, krepe yapılmış saçlarının ve zümrüt yeşili gözlerinin göz alıcılığıyla karşılaştı. Burnu oldukça kibardı. Dudakları dolgun ve çekici… Taştan, eski ve tozlu bir masanın üzerinde duruyordu. İşaret parmağını soğuk taş masanın üzerinde gezdirdi. Parmağına baktı, birikmiş tozu görünce yüzünü buruşturdu. Küre de bir o kadar tozlanmıştı. Üzerinde 22.04.1989 yazıyordu oldukça düzgün ve zarif bir yazıyla. Altında yazan yazıyı okumak tozdan dolayı mümkün değildi. Tozu silmek amacıyla elini uzattı.
“Dur, Aurora.” dedi tok bir ses. “Ona dokunmak istemezsin.” diye ekledi sonra tehditkar bir biçimde. Gizli odanın girişinde duruyordu. Yüzüne bir miktar ışık vuruyordu. Yaşına göre yakışıklı denebilirdi. Kumral dik saçları vardı. Gözleri, insanın içini delip geçiyor, insanın içini ürpertiyordu. Kaşları hep çatık olduğundan, alnı hep kırışık olurdu. Aurora, sağ elini kürenin bir santim üzerine getirerek, “Neden istemeyeyim?” dedi sakince. “O küre bir kehanet. Doğumundan birleşen kaderimizin sırları…” diye cevap verdi aynı tok ses. Ama bu, Aurora’nın sorusuna cevap vermiyordu. “Neden istemeyeyim?” diye tekrarladı sorusunu. “İstemezsin, bunu bil yeter.” dedi Lord. Kelimelerin üzerine basarak konuşuyordu. Aurora’nın iyice anlamasına çabalıyordu sanki. “Benimle salakmışım gibi konuşmayı kes!” diye bağırdı Aurora. Her şeyi öğrenmek istiyordu. Lord, bunları kendi isteğiyle anlatmazsa, düello öğrettiği kişiyle mücadele etmek zorunda kalacaktı. “Rebecca Chernecé’in kehaneti. Başına gelecekleri biliyordu. Bunun için beni suçlayamazsın.” dedi Lord, Aurora’yı sakinleştirmeye çalışıyordu. Deli tarafına geldiğinde, Aurora’nın yapacaklarını tahmin edemezdi çünkü. Hiçbir sorusunun cevabını alamayan Aurora, taktik değiştirdi. “Neden bu güzel küreye dokunmayacakmışım?” dedi elini küreye biraz daha yaklaştırarak. Gözleri, çakmak çakmak parlıyordu. Dışarıdan bakıldığında akli dengesi bozuk birine benzetilebilirdi. Hızlı hızlı soluk alıyor, dişlerini sıkıyordu. “Her şeyi anlat. Yoksa…” dedi Aurora, imalı imalı küreye bakarak. Cümlesinin devamını getirmemişti, zaten ne söyleyeceğini de bilmiyordu. Konuşmak için ağzını açtığında, dişleri, dişetleri çekiliyormuş gibi bir hisse kapıldı. Dişlerini fazla sıkmıştı belli ki. “Doğduğun gün, annen ile babanın ihaneti üzerine onları cezalandırmam gerektiğine karar verdim. İşte o yangın…” Aurora’nın karnı toktu bu yalanlara. “Buna inanacağımı sanmıyorsun herhalde.” diye sözünü kesti dalga geçercesine. Küçük bir kahkaha çıktı ağzından. “Üzgünüm, Aurora. Sana anlatamam. Israr etme. Bu ikimizin de zararına olur.” dedi Lord açık kapı arar bir sesle. İlk defa böyle görüyordu O’nu. Yine de hafif de olsa tehdit sezdi son cümlede. Siniri doruk noktaya ulaşmıştı. Etrafındaki her şeyi kırıp dökmek istiyordu. Elini kaldırdı, sinsice Lord’a baktı. Lord, Aurora’nın yapacağı şeyi anlamış gibi hızla asasını çıkarıp “Sersemlet.” dedi heyecanla. Kırmızı ışık fıskiyesi, Aurora’yı son anda ıskaladı. Cehennem ateşi gibi kızıl saçları ile ışık fıskiyesinin uyumu, son derece göz kamaştırıcıydı. Lord, etkilenmiş olacak ki, bir an duraksadı. Bu duraksamadan faydalanan Auora kristal küreye uzandı. İşaret parmağı küreye değer değmez, tuhaf bir hisse kapıldı. Biri, karnından bir kanca yardımıyla çekiyordu sanki. Etrafında renk helezonu, kulağında rüzgarın rahatsız edici biçimde uğuldamasını hissediyordu. Daha önce hiç böyle bir yolculuk yapmış olmasa da anahtarlar ile ilgili yeteri kadar teorik bilgiye sahipti. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen yolculuk bitmiş, Aurora yere düşmüştü. Küre de O’nun yanına düşüp birkaç santim öteye yuvarlandı. Her ne kadar acıyı dindirmek için büyü yapmış olsa da, psikolojik olarak, sağ elini, sol kolunun üzerine getirdi. Pelteleşmiş kola dokunmak, kırık kemikleri hissetmek, midesini kaldırmıştı. Derin bir nefes alıp sağ kolunun yardımıyla ayağa kalktı. Havadar bir yerdeydi. Sisli hava, tüm etkisini gösteriyordu. Ancak yine de nedenini anlamadığı bir aydınlık hakimdi ortama. Üzerinde tuhaf bir his vardı. Bedeni, bütün kirlerinden kurtulup hafiflemiş gibiydi. Ne varlık, ne de yoklukla açıklanacak bir durumda değildi bu. Özgürlüğün son noktasındaydı adeta. Daha önce hiç böyle karmaşık bir duygu seline kapılmamıştı. Nerede olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu.
Bir elin, omzuna dokunmasıyla irkilip, aşırı bir refleksle arkasına döndü. Rüyalarında gördüğü çift; Rebecca ve Ian. Neye uğradığını şaşırmıştı. “Aurora.” dedi Rebeca, titreyen sesiyle. Heceler, ağzından inilti gibi çıkmıştı. Göz pınarlarında, birer damla yaş birikmişti. Ian, Rebecca’ya sarılıp kulağına bir şeyler fısıldadı. Rebecca Ian’ın kollarından kurtulup Aurora’yı sardı. Aurora, ne yapacağını bilemez haldeydi. Rebecca, iç çeke çeke ağlıyordu. Yanaklarından yuvarlanan yaşların yolculuğu, Aurora’nın omzunda son buluyordu. Rebecca, O’nu omuzlarından tutup kendinden uzaklaştırdı ve baştan sona süzdü. Islak yüzünde bir gülümseme belirdi. Duygusuz bir ses tonuyla “Bana kehanetten bahset.” dedi Aurora. Kadının gözlerine bakamıyordu. Kadının bakışlarında içini ısıtan bir şeyler vardı. Tıpkı O’nunkine benzeyen kızıl saçları, zümrüt yeşili gözlerin vardı Rebecca’nın. Dudakları, yanındaki adamın aksine inceydi. Konuşmaya başladığında, yumuşak sesinde bariz bir acıma duygusu fark ediliyordu. “Lord’a ihanet ettiysen, başın dertte demektir. Ölüm, kucağını açmış, bizi bekliyordu. Sonumuzu paylaşmanı istemiyorduk. Babanla bir plan yaptık. Bir kehanet uydurup bunu Lord’un öğrenmesini sağladım. Uydurduğum kehanet, yaşamlarınızın birbirine bağlı olduğuydu. Yaşamak için sana muhtaç olduğuna inandı. Lord’u buna inandırmak kolay olmadı tabii. Seni koruma sebebi, bu işte.” diye cevapladı Rebecca. ‘Babanla’ demişti Rebecca, Ian’a bakarak. Demek, Rebecca ve Ian O’nun ebeveynleriydi. Birbirine kenetlediği ellerine bakıyordu Rebecca. “Kaza…” dedi Aurora. Cümlesinin sonunu getirememişti. Duymak istemediğine karar verdi birden. Bu kelimeyi telaffuz ettiğine bile pişmandı. Bu olayda, eksik bir nokta vardı. Sorup sormamak konusunda yargılamadı kendini, vazgeçebileceğini biliyordu. Damdan düşercesine “Sadece kendini düşünüyorsa, neden bana bu kadar bilgiyi öğretti?” diye sordu bir solukta. Anlayışla gülümsedi Rebecca. “Sana bir şey olmamalıydı. Kendini savunmayı öğrenmeliydin.” diye cevap verdi. Bunu düşünemediğine lanet okudu Aurora. “Peki, neredeyiz şu an?” dedi merak ve şaşkınlık dolu bir ses ile. Rebecca tereddüt etti, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Ian’a baktı. O da aynı şaşkınlık belirtilerini gösteriyordu. “Nerede olduğunu bilmiyor musun?” diye sordu etkisinden hala kurtulamadığı şaşkınlığıyla Rebecca. İyice afallayan Aurora, ‘hayır’ anlamında iki yana salladı başını. O kadar önemli bir yer miydi ki bu kadar şaşırmışlardı? “Buraya nasıl geldin?” dedi Rebecca ağzı açık bir şekilde. “Tam olarak bilmiyorum aslında. Kristal küreye dokunduğumda, kendimi burada buldum. Sanırım, o bir anahtardı.” dedi Aurora. Nerede olduğunu hala anlamadığı için, az önceki sorusunu tekrarladı. “Neredeyiz?” Ayaklarına bakmaya başladı. İlk kez konuştu Ian. “Tamamen huzura erdiğimiz, maddi ağırlıklardan kurtulduğumuz yerdeyiz. Bizler, ölüyüz.” Sesi, toprak kokusunu içine çekmesiyle gelen ferahlama gibiydi. Ses tonunun etkisinden kurtulunca, başını kaldırdı. “Kurtulmamın bir yolu yok mu?” diye sordu umutsuzlukla. Anne ve babasının umutsuz bakışlarıyla karşılaştı. Bu bilmediği aleme mahsurdu artık.