|
|
| Kamp Ateşi | |
|
+10Cherry Blossom Elizabeth Alator Miesha Glenn Léonide Aubert Lûthien Carlie Myracle Claudia Amy D'Alone Floja Feodora Darchélia Chapell Dominique Lûthien Tristan der Ivanëxt 14 posters | Yazar | Mesaj |
---|
Tristan der Ivanëxt Gryffindor VII. Sınıf
Yaş : 33 Kayıt tarihi : 29/10/09 Mesaj Sayısı : 159 Mücadele Tarafı : Redimus Belirgin Özellikleri : Cesur, Kendine Güvenen, Hareketli ve Zeki RP Sevgilisi : Olivia Scarlett Isis
| Konu: Kamp Ateşi Salı 26 Ekim 2010, 23:32 | |
| Kurgu: Hogwarts okul yönetiminin aldığı karar ile, öğrencilerin güzel zaman geçirmesi Kişiler: İsteyen herkes Zaman: Okulun açılmasına birkaç hafta kala. | |
| | | Tristan der Ivanëxt Gryffindor VII. Sınıf
Yaş : 33 Kayıt tarihi : 29/10/09 Mesaj Sayısı : 159 Mücadele Tarafı : Redimus Belirgin Özellikleri : Cesur, Kendine Güvenen, Hareketli ve Zeki RP Sevgilisi : Olivia Scarlett Isis
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Salı 26 Ekim 2010, 23:33 | |
| Hogwarts okulunun aldığı karar ile öğrenciler için hazırlanmış kamp etkinliği tüm Hogwarts içinde bulunan kişilere davet gönderilmişti. Bakanlıktan rica edinilen özel koruma görevlileri de kamp alanına davet edilmişti. Güvenlik açısından hiçbir sorun ile karşılaşılmayacağı ön görülen bu etkinlikte her şey ayrıntılı bir şekilde hazırlanmıştı. Yapılacak etkinliklerde öğrencilerin okul öncesi iyi bir zaman geçirmesi için hazırlanmıştı. Baykuşlar havalanmış, belirtilen adreslere kanat çırpmaya başlamışlardı. Kamp günü gelmiş ve her şey hazırlanmıştı, peki öğrenciler neredeydi?
Son bir kez daha eşyalarını gözden geçirmek için oda kapısının yanında yığılı olan çantalara baktı. Çantalarının açık olan fermuarlarından içine bakarak, yerleştirilen eşyaları kafasını sallayarak saymaya başladı; Uyku tulumu, çadır malzemeleri, kıyafetler… Liste daha da uzayıp gittiği sırada birden en büyük eksikliği hissetti; gitarı. Hemen gözlerini yatağının başucundaki boşlukta duran siyah kılığı ile odanın rengine uyum sağlayan müzik aletini almak için adımlarını atmaya başladı. Çok sevdiği gitarını boşluktan çıkartarak askısını omzuna geçirdi. Kamp için görünürde her şey hazırdı, eksik olan sadece yapılacak kamp alanıydı. Hızla adımlarını kapıya yönelttiğinde yerde duran çantaların fermuarlarını kapatarak eline aldığı anda odasından ayrılarak merdivenlere yöneldi. Hızlı bir şekilde beyaz, mermer basamaklardan inmeye başladığında salonda yaşama kaynağı olan sevgilisi gördü. Onu gördüğü anda yüzünde oluşan gülümseme ile hızla yanına giderek elindeki çantaları yere bıraktığı anda hızla sevgilisine sarıldı. İçinden gelen bu dürtüye dayanamamış, sanki onu uzun zamandır görmüyordu hâlbuki daha birkaç dakika önce ayrılmışlardı, odalarında bulunan çantaları almak için. Sevgi patlaması yaşayan genç büyücü, kendini kontrol etmeye başladığında hızla kenarı çekilerek “Kamp yapmaya hazır mıyız?” diyerek genişçe gülümsedi. Sevgilisinden gelen onay ile “Haydi o halde ne duruyoruz. Bekle bizi doğa, aşk kumruları geliyor.” Diyerek evin içersinde haykırmıştı. Bu haykırma biraz da olsa üvey kardeşini kızdırmak içindi. Onu her ne kadar sevmese de uğraşmak kendisini neşelendiriyordu. Aralarındaki anlaşma şekli böyleydi ve ikisi de bu durumdan hiç şikâyetçi değildi. Kendisini duyduğuna emin olduğu için tekrarlamayarak cisimlenmek için yerdeki çantaları sol eline alarak “Hazır mısın, aşkım?” dedi. Sağ elini havaya kaldırarak Olivia’nın tutmasını sağladı ve gideceği yeri düşünerek cisimlendi.
Sıkıştırılma hissi geçtiği anda gözlerini açıp etrafına bakmasıyla doğru yere geldiğinin farkına vardı; Lothlórien Ormanı. Londra’nın en güzel ormanı denebilecek bu yerde kamp yapmak oldukça eğlenceli geçecek gibiydi. Çevrede bulunan ahşap evler, çadırlar, ağaçlarda bulunan kulübeler, oyun sahaları ve diğer yerler öğrencilerin gelmesini bekliyordu. Sihir dünyası için hazırlanmış bu mekân, mugglelerin gelemeyeceği bir noktada kurulmuştu. Gerekli tedbir ve önlemlerin alınması son derece önemliydi. Okul açılmadan önce yapılan bu etkinlik öğrenciler için oldukça motive edecek tarzdaydı. Yoğun bir öğretim yılından önce bu eğlence çok iyi olacaktı. Yanında duran sevgilisi ile ilerlemeye başlayan Tristan, kamp alanının meydanı diye nitelendirilecek yere doğru hızla ilerliyordu. Gökyüzü yavaş yavaş kararmaya başlıyor, Güneş görevini gece nöbetçisi olan Ay’a bırakıyordu. Meydanın ortasına geldiğinde karşısında duran karşılama komitesinden oldukları belli iki kişi belirmişti. “Hoş geldiniz, buyurun!” diyerek kampın vazgeçilmez olan ateş yakılacak yeri göstermişlerdi. Gerekli eşyaları görevlilere verdikten sonra kamp ateşi çevresinde sıralanmış ağaç kütüklerine yönelen çift, ellerini birleştirmişlerdi. “Sevgilim?” etkili ve yumuşak bir ses tonuyla Olivia’ya oturması için yardımda bulunarak kendisi de hemen yanına oturdu. Eğlence öğrencilerin gelmesiyle başlayacaktı, peki diğerleri neredeydi, yoksa erken mi gelmişlerdi?
| |
| | | Dominique Lûthien Slytherin IV. Sınıf
Kayıt tarihi : 19/08/10 Mesaj Sayısı : 346 Mücadele Tarafı : W.T.C. RP Sevgilisi : Peace.
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Çarş. 27 Ekim 2010, 19:27 | |
| Neden sorusunu sormayı bilmek seni zeki yapmaz çünkü cevabını veremiyorsan, senin gökte süzülmeden bir ağaca takılmış uçurtmadan, hiçbir farkın kalmaz.
Yavaş bir ritimle, sokağın ortasında salınan ayakları uyuşmaya başlamıştı. Ay ışığının vurduğu buğday teninde coşkun bir durağanlık vardı. İronin zıtlaşmasına gebe olan bedeni, yana doğru kaykılarak kaldırımda ki ucuz şarap şişesine uzandı. Biçimli parmakları zarif bir tutarlılıkla şişeyi kavrarken, başı hüzünlü bir parçaya eşlik eder gibi sağa sola sallanıyordu. Olduğu yerde biraz daha hızlı dönerek, elindeki şaraptan bir iki yudum yere döktü. Büyükannesi her zaman doğa ile paylaşmasını söylerdi ama o buna kulaklarını tıkamıştı çünkü asıl istediği ruhunu paylaşmasıydı. Oysa o ruhunu; hiç açmamak üzere mühürlemişti. Hissettiği bilinçsizlik damarlarında dolaşan alkolden çok, çektiği kefilsiz acının ürünüydü.
Bu uyur gezer halde cisimlenmeye kalksa kim bilir nereye gidecekti. Bunu göze alamadığı için olduğu yere çöktü ve dizlerinin biçimsiz haline aldırmadan, kendini asfaltın üstünde rahatça yatar buldu. Az ileriden gelen sokak lambasının cızırtısı ona Olivia’nın şarkı söylerken çıkardığı mırıltıları hatırlatıyordu. Tek kelimeyle mide bulandırıcı ve sinir bozucuydu. Sürekli üvey kardeşlerine katlanma zorunluluğu, onu olabildiğinden daha hırçın kılıyordu. Tristan’nın kendine olan güvenli gülümsemesi ise her şeye tuz biber ekip, onu cezp edici tüm kötülüklere davet ediyordu. Kördüğüm gibi saran düşünceler arasından, caydırıcı bir ürpertti geçse de, olduğu yerde düşüncelerinin onu boğmasına izin veriyordu. Mazoşistlik diye anlamlandırdıkları bu kuru saçmalık, teorilerin içinde kıza çok büyük bir güç sağlıyordu. Kişiler zaafları ve zayıflıkları ile kendilerini budar ise asla istemedikleri bir kola sahip olmazlar. Bu durumda ise kırılmak imkansızlaşır. Dominique kendine sorduğu her sorunun cevabını biliyordu, bildiği içinde daha fazla kendine bağlanıyordu. Sağladığı bu faydacı kişilik annesinin giderek sinirine dokunuyordu, sırf kızının bu kirli yanını engellemek için tılsımlar yapmıştı ama satılmış bir ruha hele ki şeytana satılmışsa bir şey işlemiyordu. Olduğu yerde sarsılarak doğruldu sabah oluyordu ve o öylece sokak ortasında elinde ki şişe ile yatıyordu. Kalktı, kumral saçlarını düzeltti, serçe parmağının ucunu dudaklarındaki alkolü biraz daha hissetmek ister gibi alt dudağında gezdirdi ve mâlikaneye cisimlendi.
Bir şeyleri durdurabilmek elimizdedir fakat her duraksamanın etkisi silemeyiz.
Perili ev, her an kişinin tüylerini ürpertecek yuva. Dominique merdivenleri yavaşça tırmanırken tırabzanın üzerinde de parmaklarını kaydırıyordu. Her adımı mihraba yaklaşan bir gelin edası ile attıktan sonra odasının bulunduğu koridora döndü ve üvey pisliklerin aşk dolu oynaşmalarına şahit oldu. Midesi bulanmış bir şekilde elini karnına götürdü ve arkasını döndü ama dikkatini çeken çantaları görünce unuttuğu şeyi hatırladı. Kamp! Aslında gitmeyi düşünmüyordu, gitmezdi de ama alkol tuhaf bir sakinlik kazandırmıştı damarlarına. Odasına girdi asasını çıkardı gerekli eşyaları koydu. Yavaşça banyosunun kapısını açtı, diş fırçasını ağzına tıktı ve odada bir iki kez daha dolandıktan sonra parlayan gözlerle Hogwarts Kampının yazısına baktı. Ateş… Odun… Gitar… Tristan… Çorap söküğü gibi gelen kelimeler içindeki bitmez nefreti bir kez daha harladı. Asla durmayacak hep yanacak olan o ateş yada sadece ölümün kesebileceği o soğuk ateş. O ölüm ki Tristan’nın olacaktı. Topuklarını sertçe yere çarptıktan sonra kampın bulunduğu bölgeye cisimlendi. Fazla eşya almamıştı yanına, sevmezdi de zaten fazla eşyayı. Ne kadar kalabalık o kadar acizlik demekti onun için. Her şey tek ve özel olmalıydı. Gül kurusu dudaklarından dökülen ‘Tıpkı ben gibi…’ Cümlesine güldü, gülüşünün parladığı dudaklarını ilerdeki görüntü kesti. Tristan… Tam üvey pislik diye tanımladığı üvey ailesinin yanına yaklaşacakken bölümünden kızlar ile karşılaştı. Hırsla dişlerini sıkarak, üvey ailesine baktıktan sonra alaycı bir gülümsemeyle “Yılanlar, bu sene mezun oluyoruz…” dilindeki ağdalı görgüden sonra sinsice çıkan bir tıs sesinden sonra konuşmasına devam etti. “Peki ya o zaman Hogwarts bizi bu kadar kolay mı unutacak yada yılanların ateşe yaklaşmaması gerektiğini ne çabuk unuttu.” Güzel bir yüzü vardı ama yüzündeki kirli gülümseme o yüzü zift ile kaplayarak boyuyor gibiydi ve bu kaplanan yüzün altında iki yıl önce çıkardıkları yangın saklıydı.
| |
| | | Darchélia Chapell Slytherin VI. Sınıf
Gerçek Adı : Ilgaz Yaş : 31 Kayıt tarihi : 23/10/10 Mesaj Sayısı : 95 Mücadele Tarafı : Death Belirgin Özellikleri : Have a Devil. RP Sevgilisi : My Passion Léonide
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Cuma 29 Ekim 2010, 12:42 | |
| Gözlerimi açtığımda köhne odanın tavanını gördüm. Su akıntısı yüzünden sararmış tavanın boyası kabarmıştı. Her an üzerime doğru yıkılacakmış gibi durmasına aldırmıyordum. Daha kötü yerlerde kaldığımı düşünerek saman yatakdan doğruldum. Bu denli berbat bir odada klamak hoşuma gitmiyordu; ama geçen geceden sonra saklanacak bir yere ihtiyacım vardı. Dikeldiğimde karşımda duran tek ayağı kırık sandalyeyle aynı hizeye geldim. Sandalyenin üzerine özensizce işlenmiş birkaç el yapımı şekil dikkatimi çekti. Bu denli berbat bir yerde tahta oymalı bir sandelye koymak sadece komiklikti. Acı bir gülümsemeyle yataktan kalktım. Samanların hışırtısını duyabiliyordum. Birkaç yeri yamalı yatak örtüsünün geri yatağa fırlattım. Elime geçen tshirtü üzerime geçirdim. Dar siyah pantolonumu giydikten sonra ileride duran baykuşu farkettim. Merakla baykuşu süzdüğümde hayvan hızla havalandı. Kanatlarını iki kere çırparak koluma kondu. Ayağında duran iki zarf dikkatimi çekti. Zarfları tek çekişte hayvandan aldığımda baykuş hiç beklemeden geri pencereye uçtu. Açık pencereden süzülen baykuşa aldırmadan ilk zarfa baktım. Zarfın üzerinde hiç bilmediğim bir mühür vardı. Mühre dokunduğumda zarf kendiliğinden parlayarak açıldı. Açılan zarfınb içinden bir tomar parşomen çıktı. Parşomende yazanları okumak için ışığa ihtiyacım vardı. Hemen elimi asama atarak dudaklarımı araladım. Aralanan dudaklarımdan ' Lumos. ' diye fısıltı yükseldi. Sonra zarfa tuttuğum asamın aydınlattığı mürekkebe göz gezdirdim.
Darchélia; Yazık! Sana çok şey öğretebilirdim; ama artık bana ihtiyacın yok gibi duruyor. Acı içerisinde ne kadar ileri gidebileceğini artık biliyorum. İçinde hissettiğim ruhu sana verdiğimde gözlerinde gördüğüm acının fazlasını hissettin kızım. Beni aramaktan vazgeç; yoksa hissettiklerin sadece birer başlangıç olur. Senin bile tahmine demeyeceğim akranlık güçler var. Onları uyandırmak istemeyeceğini düşünüyorum. Seni uyarıyorum. İntikamdan vazgeç! Beni çoktan almaya geliyorlar zaten. Bir daha sana böyle bir mektup yollayamacayağım. Eğer beni aramaktan vazgeçmezsen yüzleşeceğin tek karabüyücü ben olmayacağım. Bu son uyarımdır.
Dönüştürücü Zarfın üzerinde iz bırakan mürekkebin yarattığı tüm sözcükleri bitirdiğimde içimde ki acıyı kimse tahmin edemezdi. Beni yıldıramayacağını bile bile bunu yapmasından nefret ediyordum. Oysa onu bulduğumda onun tahmin edemeyeceği acılar yaşatacaktım ona. Asıl o benden korkmalıydı. Karanlık büyücüler umrumda değildi. Elime geçen ehr fırsatı kullanacak ve onu bulacaktım. Ne kadar pisliğe bakmam gerekirse gereksin. Kızıl saçlarımı geriye atarak ikinci zarfa uzandım. Bunun üzerinde Hogwarts amblemi vardı. Bu yüzden hiç korkmadan zarfı tek yırtışta açtım. Bu gece yapılacak Büyük Hogwarts Kampı'nı haber veriyordu. Emelime ulaşmadan öncbe dikkat çekmek istemeyeceğimden bu kampa diğer ufaklıklar gibi gidecektim. İçlerinde kimsenin çekmediği acıları çekmeme rağmen onlardan biri gibi davranacaktım. Belkide bir çoğunu kontrolümü kaybederek ölüme sürükleyecektim; ama buna değerdi. Gözlerimi açık pencereye dikip düşüncelerime yön verirken havanın kararmak üzere olduğunu gördüm. Kampa geç kalmamak için aceleyle neler gerektiğini düşündüm. Eminim uyku tulumu filan isteyeceklerdi; ama çimenlerde yatabileceğimden bunun üzerinde durmadım. Üzerime geçirdiğim montumla beraber odadan hızla çıktım.
Kamp alanına cisimlendiğimde gözüme ilk çarpan ortadaki büyük ateş olmuştu. Ateşin bir köşesinde Gryffindor halkı, onalrdan biraz uzakta ise kendi binamın öğrencilerini gördüm. Yıllardır bu iki bina arasında süren kavga bana çocukça ve komik gelirdi. Hogwarts'dan mezun olduktan sonra farklı yerlere gidecekleri bir hayat için neden bu kadar didişirlerdi hiç anlamazdım. Pisiciklerin aptal cesaretlerini bende kötü bulsamda bizim yılanların sinsilikle bir işe kalkışıp işi batırmalarını da hiç akıllıca bulmazdım. Diğer binalardakilerinde bu kavganın arasında kaldığını görmek eğlenceme eğlence katardı; ama sadece eğlendiğimden bu kavganın ortasında izlemeyi yeğlerdim. Gerçi biri aptalca ve gereksiz saldırıda bulunursa Gryffindor'u bile koruyabileceğimi biliyordum. Arkadan saldıran yılanların ise hain olduğunu düşünürdüm. Kısacası ben hiçöbir binaya ait olamadığımdan ortada kalır ve eğlenmeme bakardım. Şapkanın beni değil içimdeki yaratığı Slytherin'e koyduğuna eminim. Bu yüzden iki grubunda yanına gitmeden ateşin diğer kısmında bir yer bulup oturdum. Kızıl saçlarım ateşle aynı renkteydi. Rüzgarla beraber havalanarak ateşe karışıyor gibi görünüyorlardı. Bu durumun tadını çıkartarak ortalığın karışıcağı anı sabırsızlıkla beklemeye başladım. Çünkü iki bina aynı yerde bulunduğunda kesinlikle bir kavga kopardı. | |
| | | Floja Feodora Slytherin VI. Sınıf | Sınıf başkanı
Gerçek Adı : Senem Yaş : 29 Kayıt tarihi : 01/09/10 Mesaj Sayısı : 296 Mücadele Tarafı : Devrimci! Belirgin Özellikleri : Özgürlüğüne düşkün, M.Kemal aşığı <3 RP Sevgilisi : Tom Felton gelsin, canımı yesin.
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Cuma 29 Ekim 2010, 17:16 | |
| Her şeyi bir zamanı varmış, yeni anladım. İçimdeki ateş, yanmamak üzere söndü bugün..
Melankolik tavrımdan silkelenerek sıyrıldım ve komodinin üzerindeki parşömen parçasına bir daha göz attım. Londra’nın en güzel ormanlarından birinde, kamp yapacaktık. Kamp demişken, geçen dönem hırsımı alamadığım insanlardan, bu dönem hırsımı alacaktım. Hatta, okulun açılmasını bile beklememe gerek yoktu. İçimdeki ateş de söndüğüne göre, artık benim umursayacağım ve takacağım hiçbir şey yoktu. Artık sadece ben vardım ve içimdeki o diri kötülük. Her şey bir anda nasıl değişti, hiç fark edememiştim bile. Elimdeki parşömeni komodinin üzerine bıraktıktan sonra, yatağımın altından çıkarttığım bavulumu açtım. Bir yandan uzun zamandır çalmadığım kemanımı ararken, diğer yandan da asayla kıyafetlerimi bavula koyuyordum. Neredeyse dolabım boşalmıştı, ama benim için bir mahsuru yoktu. Nasıl olsa, evden ormana cisimlenecektim. Keman kutumu kıyafet dolabımın en alt çekmecesinde buldum. Kutuyu açtığımda bir iki telin koptuğunu fark ettim ve bir bilek hareketiyle onları da düzelttim. Ne zamandır çalmıyordum, çalamıyordum. Duygularımı keman ile belli ettiğim için, bir süre duygusuz bir biçimde aval aval dolanıyordum ortalıklarda. Nasıl da özlemişim çalmayı. Kemanı kutusuna geri koyduktan sonra, yatağın üzerine bıraktım ve banyoya yöneldim. Diş fırçam, diş macunum ve minik makyaj çantamı aldıktan sonra, onları da bavula koyup fermuarı kapattım. Umarım unuttuğum bir şey olmamıştır. Çadıra gerek olduğunu sanmıyorum, bu kampı düzenleyenler, bize de kalacak bir yer ayarlamışlardır sanırım. Muzurca omuz silkip, gideceğim yeri düşünmeye başlıyorum. Ve bir sıkışma hissinin ardından, ayaklarım yere basıyor.
İşte, sonunda gelmiştim. Lothlórien Ormanı, gerçekten güzel bir biçimde döşenmiş. Yazık, mugglelar faydalanamayacak. Sanki çok ta umrumdaymış gibi. Etrafa göz gezdirirken, ağaç kovuklarındaki evleri fark ediyorum. Ne güzel görünüyor. Bir görevli gelip çantalarımı paldır küldür kaldırıyor. Sinirlerim zaten bozuk! “Babanın malı sanki. Düzgün götür. Bir çizik görürsem seni mahfederim!” Görevli yüzüme mal mal baktıktan sonra, götürüyor eşyalarımı. Gözlerimi kapatıp, derin bir nefes alıyorum. Ortalık çok sakin. Kamp alanının merkezine doğru yürüğümde, o lanet olasıca yüzle karşılaşıyorum, Tristian. Ah, sevgilisi de yanımda. Onları öyle gördükçe, resmen midem ağzıma geldi. Onlara arkamı dönünce, binadan kızları görüyorum ve hemen yanlarına gidiyorum. “Selam. Kamp ateşinin yılanlar için bir koz olduğunu kimse bilmiyor sanırım ha!” deyip sinsi sinsi sırıtıyorum. Tüm binalar burada. Kesin olay olacak.
| |
| | | Claudia Amy D'Alone Gryffindor VII. Sınıf
Gerçek Adı : Ezgi. Yaş : 30 Kayıt tarihi : 03/10/10 Mesaj Sayısı : 324 Mücadele Tarafı : Gryffindor's Boulevard Belirgin Özellikleri : Yardımsever ve hoşgörülü. Canını sıkarsan sinsi ve açık sözlü. İşte Claudia bu. RP Sevgilisi : Yok. Olmasın da. İstemez.
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Cuma 29 Ekim 2010, 20:44 | |
| ~Davetiye. ~D'Alone'ların Evi. ~Claudia'nın Odası.
Kapı gıcırdayarak açıldığında içeriyi kaplayan küf kokusu genizleri yakan bir aromaya sahipti. Kapının ardından gelen saydam, koyu yeşil sis akıllara durgunluk veren bir şekilde odanın içerisinde yavaşça süzülüyordu. Hüznü ve acıyı getirmişcesine kalplere korku salıyordu. En derinlere inip, yaşama sevincinizi çalıyordu. Claudia, sanki biri onu yatağına bağlamış gibi öylece yatıyordu. Hareketsizdi. Kalbinin sesini kulaklarında duyabiliyordu. Beyninde öfke ve merak vardı. Ancak gizemli sise olan merakı attıkça artıyordu. Bedeninde adrenalinin yayıldığını hissedebiliyordu. Gözlerinin ardında yatan derin korku, tüylerini diken diken etmeye yetiyordu. Derin bir nefes verdi ve dudaklarının önünde dalgalanan buğuyu farketti. Soğuk. Kafasını yavaşça kaldırdı ve gözleriyle odayı taradı. Beyaz kar taneleri düşerken tavandan, dolabın ve çalışma masasının üzerindeki birikmiş karlara katılıyorlardı. Makyaj aynasına dikti gözlerini. Ayna buğulanmış ve yer yer üzerinden su damlacıkları akıyordu. Sanki odadaki her şey susmuş, sadece damlayan su damlaları duyuluyordu derinden gelen bir yankıyla. Pıt, pıt, pıt. Claudia gözlerine sinsi bir gülümsemenin yerleştiğini farketti. Gözleri kapının ardında beliren bir suilete takıldı. Siyah iri cüppesinin kenarları havalanırken, elinde aşırı bir kırılganlıkla tutuyordu asasını. Küf kokusu dayanılmaz hale gelmiş, bütün odayı doldurmuştu adeta. Suilet yavaşça ilerlerken Claudia'ya doğru, mutluluk yerini derin bir hüzne bırakmıştı. İçerisinde kopan fırtınaları hissedebiliyordu Claudia. Ancak içindeki derin öfke, bütün kırılganlığını alıp götürüyordu. Karanlık suilet yaklaştıkça Claudia'ya, Claudia histerik bir kahkaha nöbetine giriyordu. Yatağında kıvranarak kahkahalar atarken, suiletin ağzından kelimeler döküldü. ''Avada kedavra.''
Nefes nefese gözlerini araladı Claudia. Kulaklarında hala affedilmez lanetin tınıları yankılanıyordu. Hiddetle nefes alırken aklındaki türlü düşünceleri savuşturmaya çabalıyordu. Sağ elini göğsünün üstüne yerleştirdi ve neredeyse yerinden çıkacak kalbini yerinde tutmaya çabaladı. Gözleriyle yavaşça kapıyı taradı. Biraz bekledi ve hareketlilik göremeyince bu sefer gözlerini makyaj aynasına çevirdi. Küçük renkli kağıtlarla aldığı notlar hala yerindeydi. Derin bir nefes verirken, yavaşça doğruldu yatağında. Pencereye doğru baktığında, güneşin yavaşça içeriye süzüldüğünü faketti. Gülümsedi usulca. Mutluluk yeniden kalbinde yerini aldığında huzur kapladı bütün bedenini yavaşça. Şanslıydı. Çok şanslı. Ve bunu biliyordu yeterince iyi bir şekilde. Elinden gelen en iyi şekilde bunu haketmeye çabalıyordu. Ailesi yüzyıllardır Gryffindor'un asillerindendi. En iyi şekilde mezun olmuşlar, bakanlıkta önemli mevkiilere erişmişlerdi. Ve Claudia'yı da aynı son bekliyordu. Bu yıl son senesiydi ve önünde iyi bir mezuniyet vardı. Gülümsedi yavaşça. O sırada kapının çalmasıyla irkildi. Boğazını yavaşça temizledi ve sesinin doğal çıkması için kendini zorlayarak, ''Girin.'' dedi. Kapı yavaşça aralandığında sarı, uzun saçlarıyla annesi görüldü. Gülümseyerek elindeki mektubu uzattı ve ''Günaydın tatlım. Sana bir mektup var.'' dedi. Claudia kendisine uzatılan mektubu aldı ve ''Teşekkürler anne. Birazdan geliyorum.'' dedi ve gözlerini mektuba dikti. Annesi kapıyı ardından yavaşça kapattı. Claudia mektubu uzun ve biçimli parmaklarıyla açtı. Yavaşça okumaya başladı ve yüzüne yerleşen gülümsemeyi en içten biçimde yansıtmaya devam etti. Bu büyük bir fırsattı. Arkadaşlarını oldukça fazla özlemişti. Yavaşça yerinden kalktı ve eşyalarını hazırlamaya koyuldu.
~Lothlórien Ormanı. ~Kamp yeri.
Gözlerini açtığında sıkıştırılma hissinin verdiği bulantıyı, ormanın derin kokusuyla bastırdı. Devasa büyüklükteki ağaçlar altındaki ahşap evler doğayla dans edercesine parıldıyordu. Yer yer kurulmuş çadırlar ve ağaçlara yerleştirilmiş kulübeler, bu kampın düşündüğünden daha da eğlenceli geçeceğini müjdeliyordu. Yavaşça kampın ortasına doğru ilerlemeye başladı. Etrafında her binadan öğrenciler vardı. Kimileri küçük gruplar oluşturmuş sohbet ediyor, kimileri de yan yana gelmiş, kaybettikleri zamanın dedikodusunu yapıyordu. İleride oturan Tristan ve Olivia'yı farketti. Havalara uçmamak için kendini zor tutarak onlara doğru ilerlemeye başladı. Etrafta Slyhterin'liler fink atıyordu. Bir olay olacağı kesindi. Tek dayanakları etraftaki iri yarı korumalardı. Eğer büyük bir sorun patlak verirse işler cidden karışacaktı. Güneş, yavaşça batarken Batı'da, umutlar Kamp Ateşi'nin etrafında yeniden alevlenecekti. Umutlar ve sorunlar. | |
| | | Carlie Myracle Gryffindor V. Sınıf
Gerçek Adı : Mm, Piano? Kayıt tarihi : 22/09/10 Mesaj Sayısı : 94 Mücadele Tarafı : Lilith.
| Konu: Geri: Kamp Ateşi C.tesi 30 Ekim 2010, 20:04 | |
| Fransa, Paris Myracle Evi. Carlie Myracle tırnaklarındaki ojeleri çıkarmak için büyük uğraş veriyordu doğrusu. Asetonun kokusu tüm odayı doldurmuşken Lilith ve Cornelia başlarını öne eğmişler ve ellerinden geldiğince kokudan uzak durmaya çalışıyorlardı. "Başka oje mi yoktu sanki?" Lilith burnunu eliyle tıkarken, Carlie'nin yatağı üzerindeki yastıklardan birini alıp, cadının suratına fırlattı. "Yaklaşık otuz iki tane kadar var. Ama sevgili Lia cool duracağını düşündüğünden beni buna itti." İlk beş tırnağındaki ojeleri çıkarmanın hissettirdiği mutlulukla, siyaha boyanmış pamuğu Cornelia'nın karnına isabet ettirdi ve ukala bir şekilde güldü. Sonraki beş dakika boyunca Lil'in bir kaç saniye aralıkla güldüğünü ve nedenini bilmediklerini düşündü. Son tırnağındaki ojeyi çıkardıktan sonra derin bir nefes aldı ve bu seferki pamuğu pencereden dışarıya attı. O sırada Lilith cebinden bir zarf çıkardı. "Burada diyor ki, yarın Hogwarts''ın öğrencilerine özel olarak hazırlanan bir kamp varmış." Zarfın içinden çekip aldığı papirüs tipli davetiyenin üzerindeki isimlerimizi gösterdi. "İşte bu harika! Sayın Carlie, Cornelia ve Lilith diye başlıyor. Evet, gidiyoruz değil mi?" Lia, Lil'in elinden davetiyeyi çekip aldığında Carlie hafifçe gülümsedi. "Tabikii gidiyoruz!" Carlie olaya balıklama daldığında, Lilith'in onaylayan bakışlarıyla birlikte ayağa kalktılar ve valizlerini hazırlamak için birlik oldular. Fransa'nın kibar ve asil havasının son günüydü demekki, bir dahaki tatile kadar bu büyüleyici hava Carlie'yi olduğu yerde beklemeliydi. Kamp Alanı Bir gün sonra. Ağaçların doğal havasını ciğerlerinde ve tüm hücrelerinde hiç olmadığı kadar canlı hissediyordu. Omzunda artık ağır olmaya başlayan çantayı kamp alanının, kamp ateşine yakın olan bir yerine, Lilith ve Cornelia'nın çadırlarını kuracakları yerin tam ortasına bıraktı. Bu işlerde daha önce çok deneyimi olmuştu ancak geçen yıl Lilith'le kötü bir kazaya maruz kalmışlardı. Çadırın canavar ağzı -lafın gelişi (!) - ikisini yutmuştu. Carlie ilk kez klostrofobisi olduğunu o zaman öğrenmişti. Şimdi daha zarif ve daha dikkatli davranıyordu kurmaya başladığı çadırına. Kazıkları çaktıktan ve bezi iplerle gerdikten sonra çadırının bitmiş olduğunu farketti. Tek kişi için fazla büyüktü. Lilith ve Cornelia çadırlarıyla uğraşlarına devam ederken Carlie aklından geçenleri söylemek için büyük bir sabırsızlık duyuyordu. "Lil? Lia? Uğraşmanıza gerek yok bence bu üçümüzede fazlasıyla yeter." Parmağıyla çadırı boydan boya ölçmeye çalışırken, dostlarına döndü. | |
| | | Léonide Aubert Lûthien Gryffindor VI. Sınıf
Kayıt tarihi : 30/10/10 Mesaj Sayısı : 128 Mücadele Tarafı : Hayatın götürdüğü yer, sonsuzluk. Belirgin Özellikleri : Bir kan fetişisti, maynak. RP Sevgilisi : Artık ruhumdan bir parça o. Darchélia. Kan meleğim.
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Paz 31 Ekim 2010, 14:09 | |
| Ev, Saat altı civarı.
'Aslında güzel bir fikir olduğunu kabul etmelisin.' dedi Marcus hızlı hareketlerle üstüne bir kazak geçirirken. 'Öğrencileri motive etme açısından son derece akıllıca bir plan. Öyle değil mi?' Yaz tatilinin bir bölümünü Marcus ve ailesi ile beraber geçirmiş olan Léonide'in yüzüne alaycı bir gülümseme yerleşirken genç Gryffindor çantasını açmış, 'Kamp Ateşi' başlığı altında gerçekleşecek olan etkinlik için gerekli hazırlıkları tamamlamaktaydı. 'Şey, beni ne kadar çok motive edeceğini çoktandır tahmin ediyorsundur zaten.' Bu konularda her daim umursamazlığını ortaya koyan Léonide'e doğru çapkın bir gülümseme gönderirken karşısındaki çocuğun olaya olan tepkisizliği, şimdiden kazanmış olduğu 'aşırı' motivasyonun ve kendine güvenin zedelenmesine sebep olmuştu. Biraz bozularak yatağın üzerine serdiği eşyaları gözden geçirmeye devam eden Marcus'u inceleyen Léonide, bu kayıtsızlığının insanların kendilerine olan güvenlerini ve çoğu konuda sergilemekten hoşnut kaldıkları cesaretlerini kırıyor olduğunun bilincinde olarak alaycı gülümsemesini yüzünde taşımaya devam ederken bakışları yavaşça içinde bulunduğu odaya kaydı ve bunu bekliyormuşçasına dikkat dağınıklığından faydalanarak onu pençesine alan dalgınlık, zihnini geçmiş günlere taşıdı. Tatilini yarıda keserek aslında çok konuşmuşluğu olmamasına rağmen sevecen bir şekilde onu evlerine alan Marcus'un ailesinin yanında kalıyor olmasının sebebi, tatillerde gitmek zorunluluğunda olduğu babasıyla yaşadığı büyük kavgaydı aslında. İlginçtir ki genelde hissettiği umursamazlık, hayatı boyunca hiçbir zaman tanıma fırsatı bulamamış olduğu annesine gelince bozuluyor, nereden geldiği bilinmeyen bir duygusallık ruhunu ve bedenini sarıp kavuruyordu. Léonide'in babası da oğlunun tam tersine eski eşini hiçbir zaman önemsememiş, onu binlerce kez görüp ona binlerce kez sahip olmuş olmasına rağmen ne ona, ne de dünyaya getirdiği çocuğa en ufak bir saygı ve sevgi beslememişti. Tahmin edebileceğiniz gibi bu, zaten yalnız olduğu görüşünde olup bundan hastalıklı bir biçimde keyif alan Léonide'in her daim sinirlerine dokunan bir konuydu. Kişisel olarak nefret ettiği emir alma, herhangi birinden üstünlük görme ve baskı altında hareket edilmeye zorlanma, tamamen babasının nefret ettiği oğluna davranış şekillerinin ana hatlarını oluştururken bu ruh hastası adamın konuyu her seferinde dönüp dolaştırıp annesine getiriyor olması da, reşit yaşına yaklaşmış olmasına rağmen bir türlü sabretmeyi başaramayan Léonide için zor zamanlar anlamına geliyordu. Çoğu zaman yaşadıkları tartışma ve kavgalarda olanlar elbette bariz bir şekilde ortadaydı. Babasının taciz ve hakaretlerine daha fazla dayanamayacağına karar veren Léonide en sonunda patlıyor, bunu gören ve 'dizginlerin elinde olduğuna inanmak isteyen baba' ise tartışmayı büyütecek yeni hakaretler türeterek çocuğun üstüne yürüyordu. Gencin yüzündeki alaycı gülümseme, sanki hiçbir zaman orada olmamışçasına silinerek yok olurken, Marcus bunu fark etmiş olacak ki meraklı bakışlarını yöneltmişti Léonide'in gözlerine. Nadiren girdiği hüzünlü havadan çabucak kurtularak kısa süre sonra gidecekleri etkinlikte olabildiğince eğlenmeye bakması gerektiğini hatırlatan sesler yankılanırken zihninde başını salladı ve güldü. 'Dalmışım.'
Ahşap zemin döşemeleri üzerinde çıkan tempolu gıcırtılar odaya birinin yaklaştığını haber verince Léonide çoktandır hazır olan çantasını sırtladı ve son kalan birkaç parça eşyayı ağzına kadar dolmuş olan bavulun içine sıkıştırmaya çalışan Marcus'a baktı. Neden burada olduğunu bilmiyordu. Neden bu çocuğu seçtiğini, neden ailevî problemlerini bu çocuğa açtığını bilmiyordu fakat bir şekilde, bir şekilde ayaklarının onu bu eve sürüklediğini hissetmişti. Tanrılara inandığı pek söylenemezdi. İradenin tamamen ruha ve bedene ait olduğuna inanır ve yüce ve bilinçli bir varlığın gerçekliğini kabullenmiş bütün görüşleri reddederdi. Yine de, bu eve sadece gelmişti. Düşündüğünde bir sebep bulamıyordu. Aniden açılan kapıya döndü gözleri. Marcus'un annesinin sesi küçük çatı katında yankılanırken Léonide, her zaman yüksek sesle konuşan bu kadına haykırmamak için zor tuttu kendini. 'Beyler, hazırlandınız mı bakalım?' Tiz tonla söylediği bu sözler çantası zaten sırtında olup, 'hazırım' diye bağırmadığı kalan Léonide'in kulaklarında derin bir uğultuya sebep olmuştu. 'Ben toplandım.' diyerek harekete geçip, arkasından yetişmek üzere eşyaları daha bir sert tıkıştırmaya başlayan Marcus'un yanından süzülerek kapıya ilerlerken Marcus'un annesiyle göz göze geldi. 'Acıyor!' Tüm uzuvlarına dağılan bu düşünce parmak uçlarında karıncalanmalara sebep olmuştu. 'Bana acıyor!' Kadının ela renkli gözlerinin arkasında yatan acımayla karışık sevgi kalıntılarını yakalamıştı dikkatli gözleri. Evet, kadın ona sanki onu küçümsüyormuşçasına acıyordu, sanki onun acımasına ve ilgisine ihtiyacı varmış gibi bakıyordu. Bir an için kürksüz bir kutup ayısı gibi hissetti kendini. Bu kadar aciz, bu kadar dayanıksız bir görüntü mü çiziyordu dışarıdan? Oysa her dakika, her saat etrafa aşılamaya alışmıştı kendinden emin görünüşünü. Aniden küçüldüğünü hissetti. Gözlerini kadının gözlerinden çekip yoluna devam ederken, zihninde kopan fırtınalar arasında bir o yana bir bu yana savruluyordu. 'Neden? Ben onun bana acımasına sebep olacak ne söyledim ki?' Dik merdivenlere yöneldi ve aşağı inmeye başladı. Hareketleri istemsizce sertleşmişti. 'Ya da onun bana acımasına sebep olacak bir davranış mı sergiledim? Hayır. Benim böyle bir şey yapmış olmam mümkün değil ki bunu bırak, böyle bir şey yapmış olsaydım eğer bunun hatıralarım arasında bana mutlu bir çiçek misali sırıtması gerekirdi.' Mutfak bölümünde onu bekleyen ailenin geri kalanından uzaklaşmak amacıyla kendini arka kapıdan bahçeye atarken hâlâ ona yetişme çabasındaki Marcus'un merdivenlerde çıkardığı gürültüyü fark etti. 'Duygusal olan ben değilim, onlar elbette. Çoğu kendi tanımlarıyla 'iyi' büyücü ve cadı zaten can sıkıcı olaylar altında bir sebep ve sonuç aramayı kendilerine iş bilirler. Yaşadığım olayın beni etkilediğini düşünmeleri ancak bu anlama gelebilir.' Burnundan soludu ve durdu. 'Aptallar. Neden insanları yaşadıklarıyla yalnız bırakmaz da, onların yaşantıları hakkında kendi yorumlarını katıp farklı duygulara bürünürler ki? Peh.' Kapının açıldığını duyunca arkasını döndü ve çok belli etmemek adına yüzüne yerleştirmiş olduğu yapmacık bir gülümsemeyle ona doğru koşan Marcus'u izlemeye koyuldu. Bu sırada çocuğun arkasından el sallayan ve gülümseyen yüzleri görmezden gelmeye çalışıyordu. Marcus nefes nefese hışımla fark etmeden evden uzaklaşmış olan Léonide'in yanına ulaştığında bir süre soluklandıktan sonra konuştu. 'Nereye gideceğimizi tam olarak biliyorsun değil mi?' Çocuk olumlu anlamda başını salladığında bir endişeli gözlerle onu süzdü. 'Umarım ne yaptığını biliyorsundur, Aubert.' Léonide çocuğun diğer ismini kullanmasına biraz sinirlense de bunu göstermedi. 'En hızlı ve en kısa yolculuk şekillerinden biri olduğu için, elimden geldiğince iyi öğrendiğim bir tekniktir. Eğer güvenmiyorsan, babanla birlikte de gidebilirsin.' Odada yüzüne yapışmış olan alaycı gülümseme tekrar dönünce, Marcus yeniden bozularak suratını asmıştı. Omuz silkerek sıkı bir şekilde Léonide'in kolunu tuttuğunda büyücülük anlamında son derece yetenekli olan çocuğun konsantre olması, bir saniyesini almamıştı. Güçlü bir şaklama sesinin ardından ortadan yok olur ve gözlerini, gitmeyi hedefledikleri yerde açarlarken alaycı gülümseme, yerini kendini beğenmişlikle süslenmiş bakışlara bırakmıştı. Başkalarının yapamıyor olduğu şeyleri yapmak, ona ayrı bir zevk veriyordu.
Kamp Alanı, Saat dokuza doğru.
Çadırını kurmuş ve zaten az sayıda olan eşyasını yerleştirmiş olan Léonide, yanında getirmek durumunda kaldığı Marcus'u ekmiş ve özgürce hareket edebiliyor olmanın keyfine vararak yürüyordu. Etkinliğin başladığını haber veren Kamp Ateşlerinin turuncumsu ışığı alanı doldurmaktaydı. Birçok Hogwarts öğrencisinin geleceği düşünülerek yakılmış olan küçük birkaç alev kümesinin tam ortasında yer alan büyük alev kütlesinden yükselen çıtırtı ve cızırtılar Léonide'in kulaklarını dolduruyor, alanda garip seslerin yankılanmasına sebep oluyordu. Gülümsedi. Marcus'un haklı olduğunu anlamıştı. Şimdi gerçekten enerji dolu ve mutlu hissedebiliyordu. Etrafında bir sürü tanıdığı simâ görüyor olmanın verdiği tanışıklıkla, normal bir insanın yabancıladığı ortamlarda takındığı gergin havayı üzerinden atmış, Marcus'un evinde yaşadığı derin şokun son etkilerinden yavaş yavaş kurtulmaya başlamıştı. Sessiz adımlarını rastgele bir topluluğa doğru çevirip diğer öğrenciler arasında yerini almak üzere ilerlemeye başlamışken aniden karanlıklar arasından burnunun ucunda biten kız karşısında durakladı. Kızın gözlerindeki belirgin davet ve arzunun gerçekçiliği, damarlarına işler ve şehvetle dolmasına sebep olurken eline dokunan soğuk parmaklarla ürpermekten alıkoyamadı kendini. Daveti geri çeviremeyeceğini hissetti ve o anda, sadece bırakmak istedi kendini akışına. Sessiz adımlarla kimseye görünmeden kızın arkasından ilerlemeye başladıktan kısa bir süre sonra vücuduna yaslanan narin bedenle durmak zorunda kaldı. Ruhunun en derinlerine gömdüğü arzu ve istekleri su yüzüne çıkmış, tek bir kelime etmeyen kızın niyetini anlamak hususunda başıboş kalmış olsa da işin istediği boyutlarda büyüyeceği umuduyla kalp atışları hızlanmıştı. Evet, ilginç olansa onun birine sahip olma dürtüsü değil, tam tersine birinin ona sahip olmasını arzulamasına sebep olan istekti. Sessizce öne doğru eğilip dudaklarını kızın dudaklarıyla buluştururken vücuduna hâkim olan şehvetle titredi. Öpücük uzun ve yavaş olmasına rağmen, içinde çok mesaj barındırıyordu. Kız isteksizce kendini geri çekerken Léonide daha hızlı nefes aldığını fark etti şaşırarak. Kendini kontrol etmeyi çoğu zaman başarabilmiş olmasına rağmen bu derece heyecanlanmış olması kulağa çok saçma geliyordu. Sebebini merak eder buldu kendini. 'Yine görüşmeliyiz.' Léonide gülümsedi. 'Kaçamaklar... Gizli saklı gerçekleşen şeylerden her zaman daha çok zevk alırım zaten.' Geldiği gibi sessizce uzaklaşan kızın arkasından attığı tek bir bakış, zaten içinden geçenlerin çoğunu anlatıyordu. Vücuduna yayıldığını hissettiği aşkla sarhoş olarak ilerlemeye başladığında, nereye gittiğini bilemez hâldeydi. 'Bu da neydi ki şimdi?'
Kısa süre sonra ağaçların arasından çıktığını fark etti. Kamp alanının henüz dolaşmadığı kısımlarından birine denk gelmişti. Çadırının yolunu bulabileceğinden emin bir şekilde harekete geçecekken, kamp ateşlerinin uzağında duran bir siluet çekmişti dikkatini. Yaklaşık kendisiyle aynı boylarda, duruşundan bir bayan olduğu anlaşılan bir kimseydi bu. Meraklanarak sosyalleşen öğrencilerden uzakta kalan bu kişiye doğru yaklaşmaya başlarken aklı hâlâ dudaklarından bir parça koparıp götüren kızda kalmış, gecenin ilerleyen dakikalarında onunla tekrar bir araya gelme düşüncesi bütün ruhunu sarmıştı. Hafiften sarhoş, iyice yakınına geldiği şekle doğru seslendi. 'Merhaba. Kimsin?' Seslenişine bir tepki olarak ona doğru dönen kişiyi fark edince bir an duraladı. Müdür Yardımcısı Bayan Glenn'di bu. Kampta görev yapacak olan kişilerden biri olmalıydı. Özürdiler bir ton kattığı sesiyle daha nazik bir şekilde kadının yanına yaklaştı ve konuştu. 'Afedersiniz Bayan Glenn. Siz olduğunuzu fark etmedim. Size katılmamın bir mahsuru var mı?' Yere indirmiş olduğu bakışlarını üzerindeki uyuşukluktan kurtulmak isteyerek tekrar Miesha Glenn'e doğru çevirdiğinde karşılaştığı güzellik, onu derinden sarsmıştı. Nadiren yaptığı samimî bir gülücük yerleşmişti yüzüne anında. 'Bu gece ne kadar güzelsiniz.'
'Sen ne yaptığını sanıyorsun?'- Spoiler:
Baya bir zorladım galiba. Umarım sıkılmazsın Miesha. Kendimi durduramadım.
| |
| | | Miesha Glenn
Kayıt tarihi : 25/10/10 Mesaj Sayısı : 53 Mücadele Tarafı : Hogwarts. RP Sevgilisi : Evli.
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Paz 31 Ekim 2010, 20:13 | |
| Bu kadar hızlı geçen zaman mıydı yoksa yaşam mı, hala ikisi arasında ki farklı anlayamıyordu Miesha. Hogwarts’a geldiği ilk gün hayatında ki bir kapı açılmıştı ve yaratıcının oyunlarının bu kadar debdebeli olmasının sebebini hala kavrayamamıştı. Karnına inen bir yumruk varmış gibi bulunduğu koltukta dizlerini toparladı, teninin altında gezen kanın hızlı akışı Kontun acımasız çehresini nakış ediyordu. Tüm yadsıdığı gerçekler onu kıvrım kıvrım yakalıyor ve beynini dolduruyordu. Kocaman bir senedir tek bir gün olsun görmediği Kontun hayali bir türlü gitmiyordu zihninden. Kafasını sallayarak bu işi kapatmaya çalıştı ve ayaklarını kanepeden aşağı sarkıttı.
‘Tatlım?’ Miesha sevgili kayınvalidesinin sesini kulağının dibinde duyunca sıçrayak ona döndü. ‘Ah Miesha, iyi misin canım?’ Genç kadın hala cevap vermeyip boş gözlerle Stella’ya baktığını anlayınca, gülümsemeye çalışarak “İyi… İyiyim, sadece, sadece ben Thomas’ı merak etmiştim.” diye dili dolanarak yalan söylemişti. Eşinden bir yıldır doğru dürüst haber alamıyorlardı. Kont hayatına girmişti, kısacık bir zaman diliminde ve aynı anda Thomas hayatından çıkmıştı. Bunun sorumluluğunun omuzlarına sertçe binmesi gerekirken, o çirkin düşünceler içinde iradesizlik göstererek bir yaratığı, bir ölüyü düşünüyordu. Kendine kızarak başını salladı ve o an yalnız olmadığını hatırladı. Stella’nın endişeli gözlerine rahat bir tavırla bakmaya çalıştı, yaşlı kadının kız için çok fazla endişelendiği her halinden belliydi ama Miesha kendini durduramıyordu. Ne kadar çabalarsa çabalasın sert afrodizyağı bir kez tatmıştı ve tadı yerleştiği yere kazınmıştı. Bunu bir şekilde yenmeliydi ve yenebilmesi için eşine ihtiyacı vardı lâkin Thomas’ın tek yaptığı iyi olduğuna ve onu merak etmemelerine dair mesaj bırakmaktı. Mavi gözleri hafifçe nemlenmiş, ne yapacağını bilemez gibi aniden Stella’ya dönmüş ve bir şeyler söyleyecek gibi ağzını açmıştı. Yapamazdı, ne diyecekti? Şey sanırım ben kardeşiniz Ursula’yım. mı diyecekti. Kadın onun delirdiğini düşünürdü ve bunu göze alamazdı, hem ölü biri canlanamazdı. Ursula’nın hatıralarına sahip olması Ursula olması anlamına gelmiyordu, değil mi? Daha ne kadar kendini bir şeylere inandırmaya çalışacaktı bilmiyordu ama başka çaresi yoktu. Görüşleri sanki bıçak yemiş gibi kesilmişti, uzun süredir kehanette bulunabildiği tek şey havanın gidiş hattı hakkında olmuştu. Onun yerine ise garip bir şekilde zihinfendar biri gibi hareket etmeye başlamış, karşısındakinin zihnine sızıp ilerler hale gelmişti.
Yavaşça araladığı dudaklarının arasından sadece “Geç oldu, kalkmalıyım.” sözleri dökülmüştü. Stella’nın sevecen bakışları tüm yüreğine işliyordu, Miesha bir kilisede büyümüştü. Ailesi kim bilmiyordu ama onu büyüten peder ve rahibeleri hep ailesi yerine koymuştu. Ta ki Thomas ile tanışıp, Stella’yı hiç olmayan annesi gibi benimseyinceye kadar. Hala Mısırda ki kiliseye gider ve yuvam dediği kilisede günlerini geçirirdi ve yeni doğan ufukta kilise ziyareti gözükür gibiydi. Kiliseyi düşünmek bile içini ısıtmaya yetmişti çünkü ona verdikleri karşılıksız sevgiyle büyümüştü. O sevgi ki onu kusursuz bir melek kılmıştı. Rahibe Asunam ona hep böyle derdi. ‘Sen kusursuz bir meleksin çocuğum, Yüce Yaratıcının gülen gözleri; senin gözlerin, büyüsü; senin büyün ve iyiliği; senin iyiliğin.’ derdi. Kalbinde hiçbir zaman kötülüğün yem tohumları olmamıştı, bir seneye kadar ve arınmalıydı, temizlenmeli, eski Miesha olmalıydı. Kararını vermişti, Hogwarts açılmadan yuvasını ziyaret edecek, oradaki rahibeler ile saçmalık diye nitelendirdiği bu eziyeti paylaşacaktı. Derin bir nefes alarak kayınvalidesinin yumuşak yanaklarına sevgi dolu bir öpücük bırakmıştı. Rahatlamıştı, çözüm ailesinin sıcak kollarıydı. Bunu fark ettiğini düşündüğü an kendini kandırarak rahatlamıştı. Glenn malikanesinin Sisli Koridorunda kol kola girmiş, neşe ile kapıya ilerleyen iki kadını takip eden resim Ursula Avalon Glenn’e aitti ve kapıdan çıkan Miesha Glenn, Ursula’nın ta kendisiydi.
Kim bilebilir kaderin uykusunu ve kimin kaderidir ki ölüm ve yaşam arasında kalan tek bir parçanın yeniden yaşama getirilmeyeceğini.
Miesha sakin bir halde içeri adım attığında masasının üstünde bulduğu not ile yüzünü buruşturdu. Hogwarts’ın açılışı yapılmadan önce düzenlenen Kamp’a gelmesi ve öğrencilerin başında durması söyleniyordu. Ya şimdi yaptığı tüm planları bırakacak ya da bir mazeret bildirip o kampa katılmayacaktı ama Rahibe Asunam’ın ona verdiği eğitim, terbiye ve karakter ağır basmıştı. Ayakları istemeye istemeye dolabına ilerlemişti, çok gerekmedikçe büyü güçlerini kullanmamayı yeğlerdi çünkü büyünün bir araç değil bir amaç olduğunu düşünürdü. Yeterli olacağını düşündüğü kıyafetleri yatağının üstüne çıkarıp koyduğu küçük bir valize yerleştirmiş, üstünü değiştirip, duşa girmek için zamanı olup olmadığını kontrol ettiğinde hayal kırıklığına uğramıştı. Kendi kendine bu son dakika emri için hayıflanarak cep telefonunu çıkarıp Stella‘yı kamp için bilgilendirirken, koyu lacivert bir sweet ve kot giymişti. Yaşlı kadının o hoş sesi ile verdiği dikkatli ol talimatlarından sonra gülerek telefonu kapamıştı. Odasındaki eski aynaya doğru ilerleyerek saçlarını kazağının rengine uygun bir fular ile tutturmuş ve kendine bakıp olduğuna kanaat getirdikten sonra kamp yerine cisimlenmişti.
Miesha varlığını alt üst eden düşünceleri çok gerilerde bırakarak kamp alanına vardığında, hava kararmaya başlamıştı. Öğrencilerin hummalı çalışmalarına takdirle baktıktan sonra onunla beraber görevli arkadaşlarına biraz yürüyeceğini gösterir bir hareket yapmış ve oradan ayrılmıştı. Sessizdi, tüylerini zorlayan bir sahte korku dolanıyordu içinde ama eskiden vereceği hiçbir tepkiyi vermiyordu. Az ilerledikten sonra arkasından gelen seslere kulak kesilmişti. Duyduğu sesin ne olduğunu anladığında hafifçe yanakları kızarmış ve o yöne gidip gitmeme konusunda tereddütte düşmüştü. Öğrencilerinin aşk hayatı ile ilgilenmezdi ama burada yapacakları her uygunsuz davranışta otoritesinin bütünlüğünü sarstırmamak için müdahale ederdi. Tam o yöne yönelecekken içine dolan davetsiz ürperti onu engellemişti. Bir şeyi veya birini kaybettiğinde hissedebileceğin bir duyguydu bu ama ne olduğunu anlamadan gün batımına çevirdiğinde bakışlarını, bir başka davetsiz misafir teşrif etmişti yanına. Öğrencisinin sesini duyduğunda ne halde olduğunun bile farkında olmadan o yöne çevirmişti kendini. “Tabi, lütfen…” Çocuğa verdiği cevabın farkında bile değildi, yalnızca soyutlanan duyguları ile ne olduğunu kavramaya çalışıyordu. Çocuğun konuşmaya devam ettiğini biliyordu, duyuyordu ama ne dediğini anlamıyordu çünkü onu dinlemiyordu. Başka bir şey onunla konuşur gibiydi, ona seslenir ve ondan bir şeyi koparır gibi… “Sen ne yaptığını sanıyorsun?” Şimşek gibi çakan görüntünün altından bir görü gelmişti, onu yoran sarsan ve hırpalayan. Ne yapacağını bilmeden dizlerinin üstüne çöktüğünde nefes alması bile kısıtlı bir hale gelmişti. Zorlamayla çıktığı görü alanından, tek kazancı kirlenmiş kotu ve öğrencisinin tanık olduğu manzaraydı çünkü görüye dair ne var ise silinip gitmişti. Ne kadar hatırlamaya çalışırsa çalışsın zihninde bir şey yoktu. Başını hafifçe kaldırıp çocuğun yüzüne baktı, az önce mi gelmişti ne zaman gelmişti. Bu çocuğun öğrencisi olduğunu biliyordu, bir süre olduğu yerde durup ismini hatırlamak istedi ve titreyen bir ses ile “Sanırım kalkmama yardım etsen iyi olacak… Léonide.” delikanlıya uzattığı elindeki sıyrıklardan usulca akan kan damlası kararmış havanın incisi gibi kadının zarif bileğinden aşağı süzülüyordu.
| |
| | | Elizabeth Alator Gryffindor V. Sınıf | Sınıf Başkanı
Gerçek Adı : merve Yaş : 33 Kayıt tarihi : 10/10/10 Mesaj Sayısı : 232 Mücadele Tarafı : peşini bırakmayan kaderi Belirgin Özellikleri : fazlasıyla hareketli, arkadaşları ona hızlı coo diolar RP Sevgilisi : olsun? oldu sanırım...
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Ptsi 01 Kas. 2010, 13:21 | |
| Yeni dönemin ona sunduğu değişik oyunlar içerisinde kendi evlerinden taşınarak pek de tekin olmayan yeni bir eve taşınmak ve orada çok sevdiği yeni cici annesiyle ve kardeşleriyle tanışmak da vardı. Malikane bir konut olmaktan çıkmış kendisi dahil kimsesiz kalmış insanların sıcak yuvası olmuştu. Tabi bu ev onu ne kadar becerebiliyorsa artık... Sevgili ailesinin her bir fertini kısa sürede tanımıştı genç cadı; en sevdiği kişi şüphesiz yakışıklı, çekici, iyi ve yardımsever olan Tristan olmuştu. En kıskandığı kişi de şüphesiz onun sevgilisi Olivia'ydı. Eve sırnaşık ve sıcak bir hal veriyordu ikisinin aşkı. Evet, bu ilk zamanlar Elizabeth'in hoşuna gidiyordu ama devamlı dipdibe olmaları ve başka doğru düzgün konuşacak insanın olmayışı ev içinde bir süreden sonra sıkılmasına neden oluyordu. Devamlı başbaşa kalmak isteyen aşıklar... Kısa bir süre sonra arkalarından kusma işareti yaparken bulmaya başlamıştı kendini. Sadece Tris'le ve onun çok değerli sevgilisiyle uğraşma konusunda anlaşabildiği Üvey kardeşi ve aslında evin gerçek kızı olan Dominique ileride ne olacağı çok belli olan, fütursuzca her şeyi yapan ve hayata bakış açısı Elizabet'inkinden apayrı bir tarza sahip insandı. Ait olduğu binanın simgesi olan yılanla özelliklerinin o kadar paralel olması ve yaşının Elizabeth'den iki yaş daha büyük olması bazen genç cadıyı ürkütüyordu. Yine de ona karşı koyabiliyordu çoğu zaman. Bu eve alışana kadar herkesle olabildiğince az konuşmaya çalışmıştı ama artık bu konuşmama fikri ve devamlı iğneler tarzda gelen saldırılara katlanmak zor bir hal almıştı. Uslu bir kız olmak için özen göstermişti ama içten içe bu kadar sevimli olmadığını biliyordu. Bunu en sevdiği renk olan kırmızı anlatıyordu zaten; şeytancıl bir içgüdüsü vardı ki onu bazen olmayacak şeylere sürüklüyordu. Neyseki her seferinde ucuz yoldan paçayı kurtarmayı başarmıştı Elizabeth. Şimdi oturmuş kendisine gelen kamp mektubunu okurken aklına gelen onca şeyi zihnini bunaltmadan sıraya dizmeye çalışıyordu. Bazı fikirler vardı ki kendisine hiç mi hiç yakıştıramıyordu onları, direk silmeye çalışsa da o fikileri aklında nedense en kalıcı olanlar onlar oluyordu. Merdivenlerin dibinde olan şık kadife bir koltuğa boylu boyunca uzanıp okumadığı halde mektuba bakıyordu Elizabeth. Evin çoğunluk ferti öğrenci olduğu için bu etkinlikten herkesin haberi vardı ve çoktan hazırlanmıştı çantalar. Bir tek Dominique sabahtan beri ortalarda görünmüyordu, kimse de merak etmiyordu zaten nerede olduğunu. Kapının açılma sesiyle doğrulan Elizabeth onun geldiğini görünce olduğu gibi geri yattı koltuğa, beklediği kişi kesinlikle bir yılan yavrusu değildi ve şuan onu çekecek hali de yoktu. Onun ayak seslerinin merdivenlerde yarattığı düzenli ritim kesilince yukarı çıktığını anlamış kendi kendine "Hadi artık Foren..." diye söylenmişti. Bu eve taşındıklarından beri onunla çok az konuşabilir olmuştu, ama ne yazık ki şikayet edemiyordu pek... Kapının ikinci defa açılmasıyla bu sefer daha umutlu bir şekilde doğruldu yerinden Lizzy. Tam da istediği kişi gelmişti bu sefer tutturmuştu. Tabi yanında Galadriel'de vardı. Buna alışmıştı artık, pek aldırış etmeden olduğu yerden kalktı ve koltuğun altına koyduğu sırt çantasını alarak ayaklandı hemen. Babasına sitemle "Sonunda Foren, geç kaldığımın farkında değilsin sanırım." dedi, aslında oraya gitmek pek de umrunda değildi ama bir sınıf başkanı olarak orada olan binadaşlarını kontrol edip profesörlere yardım etmeliydi.. bla bla bla . Diyerek başında sayıklarken bu düşünceyi babasının teşvik edici ve sinirli kaş göz işaretlerini görünce yok saydığı kişiyi daha yeni idrak ediyormuş gibi rol keserek "Ahh, Bayan Lûthien, Özür dilerim. Acelemden sizi görememişim. İyi akşamlar nasılsınız?" diye sormuş cevabını pek de merak etmeyerek sadece gülümsemiş ve başkasının istediği gibi davranmıştı. Ne kadar kötüydü rol yapmak zorunda olmak, oysaki insanların davranışları net olsa herkes daha rahat etmez miydi? Benim ondan nefret ettiğimi bildiği halde sanki seviyormuşum gibi davranmak onu daha mı çok mutlu ediyordu sanki. Gerçeklikten uzak bu hareketler, takındığımız maskeler andan çaldığımız, hırsızlık yaptığımız şeyler değil miydi yani?
Foren'ın Yarattığı anahtarla gitmek üzere elini uzatmıştı ki yukardan birinin sesi duyulmuştu. "Hey, beni bekle!" bu da neydi şimdi. Başka bir emirzade falan mıydı? diye düşünerek kafasını kaldıran Elizabeth "Yoo olamaz." demişti kısık bir sesle. Babasına asum br şekilde tek kaşını kaldırarak bakan genç cadı "Bana bunu da yapmayacaksın değil mi?" diye yalvarıyordu resmen. Oraya bir Lûthien'le gitmek nasl bir şeye yol açardı, farkında değil miydiler acaba. Hele ki Xephenia gibi kendini bilmez biriyle. Dominique hareketlerini kendi kontrolü altında yaparken, Penny olabildiğine düşünmeden ve kontolsüzce yapardı her şeyi. Ceza almamayı şu ana kadar başarsa da yaptığı şeylerin büyüklüğü onu okuldan sepetlemeye yetecek kadardı. Derin bir nefes alan Elizabeth gözlerini sakin olmaya çalışarak kapatıp açtıktan sonra anlamıştı artık yapacak bir şey olmadığını. "Hey Alator, sakın indikten sonra üstüme kusayim deme yoksa çenenle ayakların yer değiştirir." demişti tehdit vari bir şekilde. Umursamaz bir şekilde onun suratına bile bakmayan Elizabeth babasının anahtara çevirdiği yapma çiçeği elinden alarak tuttu. Penny'de tutunca bir anda bir şeyin içine çekildiklerini hisseden Elizabeth derin bir nefes almıştı sanki nefessiz kalacakmış gibi hissederek. Dönmeye başlayarak bedenlerinin savrulduğu renkli anafora alışmışken tam sağlam bir çarpma sesiyle bir anda yere çakılmıştı Elizabeth. Ayağa kalkarken avucunun içindeki yaralara aldırmadan ellerini yere bastırıp doğrulmuş, üzerine yapışan toprakları silkmişti. Hemen arkasında olduğunu bildiği Penny'ye bakmadan "Pekala görüşmemek üzere seni aşağılık cadı, eğer kaşılaştıysak bu demektir ki arkanı kolla.." demişti. Artık evde değillerdi ve Elizabeth'in uslu olmasına gerektiren hiçbir kimse yoktu bu alanda. Sert bir şekilde döndüğü kıza kendini beğenmiş bir şekilde sırıtarak "Anladığını umuyorum sahte Lûthien." demiş ve tekrar arkasına dönüp ileride gördüğü ateşe doğru ilerlemeye koyulmuştu. Eşyalarını görevlilere verdikten sonra gördüğü Gryffindor topluluğunun yanına doğru ilerlemeye koyuldu, artık hava neredeyse kararmıştı. ağaçların arasından gelen kuş sesleri muhteşem bir efekt gibi süslüyordu alanın güzelliğini. Gryffindor'luların yanına vardığında "Merhaba millet, sanırım yılanlar iş peşinde, kokmuş leş arar gibi süzüyorlar etrafı.." deyip gülmüştü karşıda duran gruba bakarak. Başı Dominique çeker gibiydi, birlikte geldiği Penny'de onlarla beraberdi. "Huuww çok korktum.." deyip sahte bir sinmeyle önüne dönen Elizabeth tek kaşını kaldırıp gülerek "Ahmaklar.." dedi sadece. | |
| | | Léonide Aubert Lûthien Gryffindor VI. Sınıf
Kayıt tarihi : 30/10/10 Mesaj Sayısı : 128 Mücadele Tarafı : Hayatın götürdüğü yer, sonsuzluk. Belirgin Özellikleri : Bir kan fetişisti, maynak. RP Sevgilisi : Artık ruhumdan bir parça o. Darchélia. Kan meleğim.
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Ptsi 01 Kas. 2010, 18:21 | |
| - Alıntı :
- 'Sen ne yaptığını sanıyorsun?'
Zihninde yankılanan bu kelimeler giderek azalan bir etkiyle son bulurken yüzüne yayılmış olan samimî gülümseme sessizce solmaktaydı. Ne yaptığının farkında olmadan hareket ediyor olmasının doğuracağı sonuçların neler olabileceği ihtimalini düşünür bulmuştu kendini. 'Hayret.' diye geçirdi içinden. 'Artık kendimi, benliğimi bile yabancılar hâle geldim.' Bilirsiniz, bir insanın kendini, yaşadığı bütün saniyeler boyunca beraber olduğu bir kişiliği yabancılaması, saçmadır. Çünkü zaten o kişiliğin temellerini taşımaktadır ve o kişinin bütün sır ve gizlerini en ince ayrıntısına kadar biliyor olup bunlar hakkında bazı duygulara da sahiptir. Kısacası, o 'sen'sindir ve sen olan seni yabancılaman, pek mümkün değildir. Yine de şöyle bir düşününce fark edeceksiniz ki, beden ve ruh yaşlanıp zihin geliştikçe artan tecrübeler, sizi bir dakika önce olduğunuzdan çok daha farklı birine dönüştürebilir. Arkanıza dönün ve bakın, ben dün neredeydim, bugün neredeyim. İnsan denen varlıklar değişken bir duygusal yapıya sahip oldukları için, olaylara bakış açıları ve bu olaylar hakkındaki hisleri her daim değişmekte, yenilenmektedir. İşte Léonide'e olan da buydu. İdealleri olan, kendine az sayıda olsa dâhi belirli sınırlar koymuş bir genç olmasına rağmen, baktığında kendinde gördüğü şey, yabancı bir siluet olmuştu. Değişmişti, belki çok belirgin bir yenilemeden geçmemişti ama değiştiğini bariz bir şekilde görebiliyordu kendinde. Onu bunu düşünmeye iten şey ise, çoğu zaman üzerinde taşımaktan hoşlandığı kontrolcü havanın giderek zayıfladığını fark etmesiydi ki bu, hayatının temel taşlarını oluşturan kavramlar arasında en önde geliyordu. Doğru duydunuz, 'kontrol'. İlginçtir ki hayatı dolu dolu yaşamaya alışmış, bu konuda kısıtlanmaya gelemeyip istediği her şeyi yapmayı kendine amaç edinmiş olan Léonide, duyguları üzerinde kontrol sahibi olması gerektiğini düşünmüştü geçmiş hayatında hep. Böylece dışarıdan gelebilecek zayıflatıcı etkilere karşı kayıtsız davranabilecek, onun hassas yönlerinden faydalanmak isteyen fırsatçılardan kendini koruyabilecek kadar umursamaz olabilecekti. Aslında işe yaradığı da doğruydu. Başka insanların önünde başka birine dönüşmek zorunda kalıyor olmasına rağmen şu ana dek pek fazla kişinin yaralayamadığı güçlü bir onuru ve tacı misali taşıdığı bir gururu vardı. Ki şimdi görebiliyordu, duygularının dışavurumunun aşırıya kaçmaya başlamış olduğunu. Artık hayır diyemiyordu. Ona çekici ve içinde kuralsızlık taşıyan her teklife olumlu yanıt vermeye başlamış, zaten son zamanlarda yaşadığı tartışmaların etkisiyle de onun iyiliği için olsa bile yıkmaktan çekinmediği kuralları umursamaz hâle gelmişti. Umursamaz olmayı seviyordu. Başka insanların hayatları, başka insanların kendi hayatı hakkındaki yorumları ve onun hakkındaki duygularını umursamadan enerjisini sadece değer verdiği insanlarla harcıyor olmaktan son derece memnundu. 'Kendini toparlasan iyi olacak.' Bakışları tedirgin bir şekilde iyi görünmeyen Bayan Glenn'e doğru çevrilmişti. 'Müdür Yardımcısı'nın kendinle tartıştığını anlaması, senin açından pek bir fayda sağlamaz.'
Güneşin son ışıkları da yeryüzünü terk edip onun bir gölgesi olan Ay'a teslim olurken hafif bir meltem, soğuk parmaklar misali Léonide'in yanağına dokunup geçti. Ürpererek çoğu zaman soğuk ve renksiz olan yüzünü elleri arasında alırken, Miesha Glenn'in tek bir kelime etmeden öylece duruyor olması, onu telaşlandırmaya başlamıştı. Saniyeler içersinde olup bitenleri idrak etmesi zaman alsa da çabuk tepki verdi ve yere yığılan profesöre doğru eğildi hızla. 'Bayan Glenn!' Gözlerine yerleşmiş olan endişe ve merak karışımı bakış eşliğinde hızla kadının narin bedenini kolları arasına almak üzere ileri doğru atılırken kadının cılız eli, görüş alanını kapattı. Onu yerden kaldırmak üzere öne doğru eğilmiş olan Léonide'i yaşadığı şok sebebiyle fark etmemiş olacaktı ki hâlâ ayakta varsaydığı çocuktan yardım isteyerek elini uzatmıştı. Léonide durakladı birden. 'Neler oluyor?' Aniden kabarmaya başlayan arzuyla 'gerçek anlamda' kendinden geçecek kadar ciddi bir şekilde sarsılmıştı. Vücuduna, bütün kaslarına dolan heyecan, istek ve şehvetle nefes alışverişleri derinleşip hızlanır, kasları hayvanî bir içgüdüyle gerilirken gözleri, kadının elinden akan kana odaklandı. 'Hayır!' Bu şimdi olmamalıydı. Bunu yapamazdı. Kontrol etmeliydi. 'Hayır, şimdi olmaz!' Fakat diğer ses rahatlatıcı bir şekilde cevap verip zaten Léonide'in yok olmasını istediği sesin gücünü bastırdı ve kendini yabancılamasına sebep olan kontrolünün tamamıyle kaybolmasına sebep oldu. 'Artık o senin... Miesha senin.' Uzaklardan gelen bir gülümseme oluşmuştu yüzünde. Hiç olmadığı kadar mutlu ve sarhoş hissetti kendini. Sanki, zaten uzun süredir bu anın gelmesini bekliyormuş, sanki bu olmadan yaşayamayacakmış gibi... İnandı anında, yaşamının temellerinin bu varlık üzerine kurulduğuna, ve bıraktı kalbinden, ruhunda açılan derin yarıktan dışarı sızan aşka kendini. 'O benim...' Acele etmeden yumuşak bir şekilde gözlerinin önündeki eli kavradı ve çevirerek kanın dışarı aktığı yarayı gözler önüne serdi. Daha mükemmel bir hazla vücudu tepki vermeye başlarken yavaşça eğildi ve kadının ince bileğinden aşağıya doğru kayan kan damlalarını yakaladı dilinin ucuyla. Güldü. Mutluluktan sanki uçuyordu. Kanın ağzında bıraktığı metalik tatla kendinden geçerken diğer ses fısıldıyordu amansızca. 'Daha ileri...' Dudaklarını yaranın üzerine bastırdıktan sonra öpücükleri yavaşça yetişkin kadının kolundan yukarı doğru kaymaya başlamış, bu vesileyle de kendinden geçmiş olan Miesha giderek bilincini kazanmaya başlamıştı. Léonide'in kanlanmış dudakları yavaşça genç kadının boynuna ulaştıktan sonra çocuk kendini hafifçe geri çekti. 'Devam et... Seni bekliyor.' Sol eli kadının biçimli kalçalarına doğru bir yolculuğa çıkarken Léonide, yavaşça öne doğru eğildi ve davetkâr dudaklarını kadının dudaklarıyla buluşturdu.
Geçmişten bir gün, akşamüstü saatleri.
'Hadi ama, benden korkmana gerek yok.' Üzerinde hiçbir şey olmamasına rağmen Léonide'in karşısında çekinmeden duran kızı, kızın kadınsılaşmaya başlamış olan vücut hatlarını incelerken utandığını hissetti. 'Bana güvenmiyor musun?' Küçük çocuk korkarak geriye doğru bir adım atarken kız, cesur birkaç adımın ardından Léonide'in yanına ulaşmıştı. Ondan yaşça büyük olmasından kaynaklı sahip olduğu uzun boyuyla küçük çocuğun karşısında dikilirken, dürtülerinin bu kadar erken uyanması son derece sıradışı olan Léonide gözlerini kızın mahrem noktalarından çekemiyordu bir türlü. Kendi vücudundan farklı olan noktaları daha çok incelemek, dokunmak, tadına bakmak isteğiyle dolmuştu içi çoğu küçük meraklı çocukta olacağı gibi. Ama yapamıyordu. İnce vücuduna sarmış olduğu kollarını serbest bırakmıyor, köşeye sinmekten daha ileri gidemiyordu. 'Ama daha küçüğüm...' diye düşünmüştü o anda. Kız sanki onun zihninden geçen bu kelimeleri duymuşçasına ona doğru eğilirken Léonide daha bir sindi köşesine. 'Ben seninim, Aubert.' Gülümseyerek Léonide'in boyuna inmek için dizlerini kırarak eğildi. 'Ben seninim...' Öncekinden çok daha şehvet dolu çıkan bu sözcükler karşısında kayıtsız kalmak mümkün değildi. Çocuğun şirin sesi, odada yankılandı.
'O benim...'- Spoiler:
İtalik yazılar vurgu veya düşünce belirtmek için kullanılmıştır. Açık griyle renklendirilmiş olanlar, Léonide'in konuşmasını temsil etmektedir. - Alıntı :
- Umarım beğenirsin. Diğeri kadar başarılı olmasa da, idare eder sanırım.
| |
| | | Cherry Blossom Ravenclaw VI. Sınıf
Gerçek Adı : Mine (gabby olan,ya da alison) Kayıt tarihi : 30/10/10 Mesaj Sayısı : 45 Mücadele Tarafı : -
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Ptsi 01 Kas. 2010, 21:53 | |
| İşte evi erken terketmesi için beklediği fırsat! Annesi ısrar üstüne ısrar ederek bunun tehlikeli olabileceğini, hatta gereksiz olduğunu söyleyip dursa da; onu bu kampa götürmekten alıkoyabilecek gerçekten bir şey yoktu ortada. Annesine olan sevgisi sonsuzdu evet.Ama bu, ona tahammül etmenin çoğu zaman imkansızlık sınırına yaklaştığı gerçeğini yok etmezdi.Evet annesine tahammül etmek, hatta ona yaranmak neredeyse imkansıza yakındı.
Eşyalarını çantasına düzenli bir şekilde teker teker koyarken, annesinin koridorda söylene söylene dolandığını, hizmetçileri April'ın ise onu sakinleştirmek için nasıl peşinden koşuşturduğunu, ahşap döşemede çıkan topuk seslerinden anlayabiliyordu.Dudağını hafifçe ısırarak sinirlenmemeye çalıştı.Aklını başka şeylere vermeye çalışıyordu.Kamp, evet! Çok güzel olacaktı.Aylardır görmediği kişileri görecek, eğlenecekti yaşıtlarıyla. "Zaten bir hafta sonra okul açılacak-" Annesinin giderek yükselen sesini bastırmak için daha yoğun düşüncelere ihtiyacı vardı.FYBSler, evet! Çok zorlu olacaktı gerçekten, şimdiden bir ders programı hazırlamalıydı kendine.Ders saatleri çakışan günler için de bir yol bulmalıydı elbette "-Hasta olup geldiğinde bakmayacağımı söyle ona April! Cherry artık sınırını aşan sabrını elindeki sert kitapla birlikte karşıdaki duvara fırlattı. Gerçekten, onun gibi sabırlı ve sakin birini nasıl böylesine kudurtmayı becerebiliyordu bu kadın! Tek bildiği, ikizinin bu sabırsızlığı, inatçılığı ve kibirini annesinden aldığıydı.Evet! Babasından bu huyları almış olması imkansızdı.
Annesinin sesinin, odasından uzaklara doğru gittiğini hissettiği ve duyduğu an montunu giyip sırt çantasını aldı hemen.Odasının kapısını çekmeden önce son bir kez dönüp baktı."Eh, haziranda görüşmek üzere.."
Evi terkedeli neredeyse yarım saat olmuştu ancak annesinin sesini hala kulaklarında duyabiliyordu.Sarılıp vedalaşırlarken bile kadın hala söyleniyordu, hala ya! Muggleların göremeyeceği güvenli bir yer bulmalı ve cisimlenmeliydi.Bu büyüyü aylardır yapmıyordu.Belki de unutmuştu.İşte bundan çok korkuyordu.Gittiği yere tek kolsuz ya da bacaksız varmak istemezdi.Güvenli olduğuna emin olduğu bir yer bulduğunda gözlerini sıkıca kapayıp mırılandı kendi kendine. Midesinde oluşan hava boşluğu, ve ardından bir an için nefessiz kalışı, büyüyü doğru yaptığı anlamına geliyordu.Ayakları sert zemine birden bastığında dengesini kaybeder gibi oldu, ama şanslıydı ki tutunabileceği küçük bir ağaç vardı hemen yanında.Gözlerini hafifçe araladı.Aydınlık bir yerden bir anda loş bir ortama geçince gözleri kamaşabilirdi.
Loş ışığa gözlerinin alışması ile, adımlarını biraz daha hızlandırarak görevlilerin olduğu yere vardı.Bir an önce diğer öğrencilerin olduğu yere varmak istiyordu.Evden ayrıldığına sanki ancak böyle emin olabilirmiş gibi.Her an bir yerlerden annesi çıkacakmış gibi geliyordu.Şuansa görmek istediği iki kişi vardı.Elena ve ikizi Charmy. Kamp alanın yaklaştığında gelmiş olanların daha şimdiden kurduğu koyu sohbetleri duyabiliyordu bile.Aylar sonra bir araya gelmenin tek bir kötü yanı vardı.Herkes biraz da olsa değişmiş oluyordu ve insanlar birbirine şaşırmış gözlerle bakabiliyordu.Saçlarını kestirenler, boyu uzayanlar, kilo alanlar ya da verenler.. Cherry kendisinde ne denli bir değişiklik oldu bilmiyordu.Tek bildiği saçlarının rengi giderek açılıyordu, kendi kendine.Bina arkadaşlarına göre gruplanmış öğrencileri görünce kendi binasından bir iki kişiyi gördüğü yere doğru yürüdü. Yürürken Gryffindordan Claudiayı görmüştü. Elini hafifçe sallayıp başıyla selamladı.Claudia gerçekten sıcakkanlı bir kızdı.Anlaşması kolay.Etrafa bakınınca, ortama sonradan gelen birine gösterilen muamele gösterilmiş, bakışlar ona yönelmişti.Bazıları ise Cherry mi Charmy mi? Dercesine bakıyordu.Karakteleri bu kadar zıt olmasına rağmen, dış görünüşlerinden onu ayıramayanlar hala vardı "Merhaba herkese" dedi ılımlı bir ses tonu ile. Ne çok cıvık ne de resmi durmak istiyordu.Bu ses tonu ve bakışlardan şimdi herkes onun Cherry olduğunu anlamış olmalıydı ki kendisine verilen cevaplar ve başları ile selamlamaları görebiliyordu. Gözleri ise Elena ve Charmy'i arıyordu. | |
| | | Xephénia Lûthien Slytherin VI. Sınıf
Yaş : 33 Kayıt tarihi : 27/10/10 Mesaj Sayısı : 23 Mücadele Tarafı : ben Belirgin Özellikleri : bencil ve ukala RP Sevgilisi : yok anacım ben artık umudu kestim ama olursa amenna :D
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Salı 02 Kas. 2010, 03:45 | |
| Yazı her zamanki gibi baskıdan uzak kalmak için Galadriel'in evinde geçiren küçük yılan kuzeniyle geçirdiği her günün tadını çıkarıyordu. Evin içinde iki tane mini mini aslancığın olması olaya ayrı bir eğlence, ayrı bir heyecan katıyordu. Bencilliğin en alasını damarlarında taşıyan Penny'nin paylaşımcı olmasını sağlayan tek şey bir tanecik kuzeni Dominique'di ve tabi çıkardığı problemler sonucu orataya çıkan üstlenme sorumluluğunu da çoğu zaman paylaşıyordu birileriyle. Hatta çoğu zaman başkasının üstüne yıkıyordu. Tıpkı sabah olduğu gibi. Sabah aklına gelince yüzüne bir katil gülümsemesi yapışan Xephénia hala düşündükçe kahkaha atası geliyordu. Bu sabah gerçekten minnettar kalmıştı kuzenine. Onu kaçırma konusunda zamanlaması o kadar iyiydi ki yine son anda yırtmayı başarmıştı büyük bir cezadan.
Sabah Kahvaltısı
Masadaki tüm öğrenciler -ki masanın çoğu öğrenciydi- gelen zarfları inceliyordu. Çoğunun tepkisi hemen hemen aynı olmuş, burun kıvırarak kağıtları bir köşeye bırakmışlardı. Sadece Penny'nin gözleri parlamıştı; yapabileceklerini düşündükçe tekrar Slytherin adından herkesin korkacağı gerçeği ona şevk ve katıksız bir heyecan veriyordu. Mutlulukla kağıdını katlayıp zarfa koyduktan sonra cebine tıkıştırırken öte yandan da asasını çıkararak soğumuş olan çayına doğrultup ısıtmakla meşgul oldu biraz. O sırada büyük bir sessizlik hkim olmuştu masaya, insana ait var olan tek ses pisicik ile onun leşçi sevgilisinin yılışık öpüşüp koklaşma sesleriydi. Gözlerini ikiliye diken Penny yüzünü ekşiterek 'nasıl oluyor da bu kadar birbirlerine katlanabiliyorlar.' diye düşündü umutsuz olan vakalara bakarak. İğrenerek dilni dışarı çıkarırken aklına gelen parlak fikirle yüzüne şeytancıl bir gülümseme yerleştirmişti. Masadaki herkesi tek tek süzdükten sonra çaktırmadan asasını Tris'e sırnaşan Olivia'nın fincanına doğrultup kısık sesle birkaç büyülü söz mırıldandı ve asasını hafifçe hareket ettirdi. Bunun sonucunda küçük bir tarla faresi gibi ciyaklamaya başlayan ve tıpkı tarla faresi gibi kırçıl, kahverengi tüyleri ve uzun, zayıf ve tuysüz bir kuyruğu olan bir nesneye dönüşmüştü fincan. Artık bir kurpu yoktu, ama daha iyi göründüğü kesindi. Yüzündeki şeytancıl gülümsemenin büyümesi ve Olivia'nın attığı çığlıkla ortalık bir anda ayağa kalmıştı. Birkaç rahatsız edici bakış ona dönünce "Ups, sanırım biçim değiştirmeye daha çok çalışmalıyım." demiş ve masum gibi görünen bir gülüş takınmıştı yüzüne sahte olduğu belli olan bir çekingenlikle. Masaya hareket katan fare gözükmeyecek kadar minik olan ayaklarınınüzerinde oradan oraya koşturmaya çabalarken "Sevgili kuzenim, Tris, evet, evet sana diyorum - demek zorunda kalmıştı şaşkın bir şekilde kendini gösteren Tris'in anlayabilmesi için, Penny aklından 'Bu kadar aptal olmak zorunda mısın?' diye geçirirken tatlı bir masumiyetle devam etmişti cümlelerine - .. sen biçim değiştirme de hayli iyidin öyle değil mi? Ban abu konuda yardımcı olabilirsin." demişti onay bekler bakışlarla etrafındakilere bakarak. Domi'yle gözleri birleşince yüzündeki şeytancıl ifadeyi bir anlığına gizleyememişti. Beklediği etkiyi yüzlerdeki ifadelerde gören Penny "Hatta hemen şimdi çalışmaya başlayabiliriz," demiş ve asasını Tris'e doğru çevirerek büyülü sözleri haykırmıştı. Bir pop sesiyle Tris yok olmuş, ona yaslanan Olivia bir an sarsılarak yere düşecek gibi olmuştu. Merakla kuzenine ne yaptığına bakan Pennyhafif ayaklanarak oturduğu sandalyenin aşağısına bakınca gördüğü kurbağaya şaşkınlıkla ve mutlulukla bakarak "Bu kadar iyi olduğumu bilseydim bunu daha önce yapardım.." demişti şaşkınlıkla, daha sonra hızla devam ederek lafını toparlamaya çalışarak "Yani, bu kadar iyi olduğumu bilseydim başka bir şeye büyü yapardım." demiş ve kahkahasını bastırarak sevimli bir kız çocuğu gibi yerinden kalkıp neredeyse zıplaya zıplaya yürüyerek Tris'in oturduğu sandalyenin başına gidip Tris'i alarak herkese gösterip memnun bir şekilde " Yeşil olsa daha iyi olurmuş sanırım" demişti kırmızı kurbağaya bakarak. Gülümseyerek "Bence böyle daha şirin olmadı mı? En azından ne olduğu ortada değil mi, Tris insan mı tam olarka onu da bilmiyorduk.." demiş ve artık kahkasına engele olamamıştı. Kahkahasını dindirince avucundaki kırmızı kurbağayı Olivia'ya uzatarak "Öp bakalım yakışıklı prens olucak mı?" demiş ve onu Olivia'ya atmıştı. Tam birileri olaya el koymak için hareketlenmişti ki Domi yanında bitmiş ve onu kolundan tuttuğu gibi kaçırmıştı odasına. Kapıyı kilitleyip saatlerce içeride gülen kuzenler kendilerini toparlamayı başardığında ayrılmışlardı, Dominique dışarı çıkmış Penny ise odadan ayrılmaya yemin etmiş gibi içeride müzik dinleyip kendi kendine dans etmişti. Çılgındı kesinlikle...
Akşamüstü
Sonunda çantasını toparlamayı başaran Penny, kamp alanına nasıl gideceğini düşünürken kafasındaki seçenekleri parmağıyla sayıyordu. Dominique daha gelmemiş gibiydi. Tris'lerle bugün olanlardan sonra kesinlikle gidemezdi, geriye sadece Elizabeth numunesiyle gitme seçeneği kalıyordu ya da ezik gibi hızır otobüsü kullanacaktı ki bunu hiç mi hiç istemiyordu. Birkaç saniyeliğine Elizabeth'e katlanabileceğine kanaat getiren Penny çantasını koridora attıktan sonra merdivenlerin trabzanlarından sarkarak aşağıda yayılmış yatmakta olan Elizabeth'e tiksinerek baktı. İçeri girip üstünü değiştiği sırada bir pop sesi duymuş ve Domi'nin gittiğini anlamıştı. Merlin'e sağlam bir küfür eden Penny rahatsız bir şekilde aşağıdaki konuşmaları duyup fırlamıştı odasından. Merdivenleri hızlıca inmeye koyulan Penny soğuk bir ses tonuyla emir vererek "Hey, beni bekle!" demişti kırmızı aslancığa. Babasına ters bakışlar atan Elizabeth'i görünce sinirlenen Penny. Ellerini göğsünde kavuşturarak ayağıyla ritim tutmaya başlamıştı. En sonunda dayanamayarak konuşmaya başlamış "Anlamlı bakışmanız bittiyse artık gitmek istiyorum!" demişti sanki sabah yaptığı yüzünden ceza yı hakeden o değilmiş gibi. Anahtara tiksinerek bakan Penny, neden bir yapma çiçeğin seçildiğini düşündü kısa bir an ve yüzünü buruşturarak karşısındaki dişi pisiye bakarak "Hey Alator, sakın indikten sonra üstüme kusayim deme yoksa çenenle ayakların yer değiştirir." demişti tehditkar bir tonla. Bu konuda gayet ciddiydi. Elini uzatıp anahtarı tuttuğu anda çekilme hissiyle bir anda ayakları yerden kesilmiş kulaklarında feci bir basınç hissetmişti Penny. Yere indiklerinde hafifçe sendelemiş ama yere düşmemeyi başarmıştı. Yere çakılmış olan Elizabeth'i büyük bir zevkle izlerken "Bu kadar sersem olma Alator." demişti büyük bir alayla. Onun dediklerine sadece pis bir şekilde gülümseyerek karşılık veren genç yılan o biraz ilerledikten sonra hareketlenerek kamp alanına yürümeye koyulmuştu. Büyük ateşin yanında karşılaştığı kuzenine göz kırptıktan sonra diğer Slytherin'li kızlara dönüp "Merhaba sevgili dostlarım, av mevsimi açıldı biliyor musunuz? En güzeli de ne biliyor musunuz, sonunda leş kargalarının karnı doyacak artıklarla!" demişti Olivia'ya pis bir bakış atarak. Kuzenin dediği şeye içten gelen kısa bir kahkahayla eşlik eden Penny "Sorun değil canım, biz her zaman hatırlatmayı başarırız onlara. Madem unutmak istemiyorlar.." demişti şehvetle tek kaşını kaldırarak...- Spoiler:
Bu da Tris'in kırmızı hali :D
| |
| | | Miesha Glenn
Kayıt tarihi : 25/10/10 Mesaj Sayısı : 53 Mücadele Tarafı : Hogwarts. RP Sevgilisi : Evli.
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Cuma 05 Kas. 2010, 16:06 | |
| Mahşer denilen günün ardından doğan ademoğluna, and için topladığı meleklerine ‘Secde et.’ dedi yaratıcı. Melekler yaratıldıkları himayede saygı ile süzüldüler ve ademoğlunun ayaklarında vuku buldurlar. O faziletli nuru eğdiler. Ademoğlu gurur duydu kazancıyla ve Yaratıcı gurur duydu yarattıklarıyla. Dünyayı serdi onların ayaklarına ve bir kişi buna karşı çıktı. Işığın evladıydı, ateşin en kor yanından, ruh üflenerek yaratılandı. ‘Onlar ki sevgiyi hak etmezler ve onlar ki sevginizi lanetleyecekler.’ Bu hayasız sözler, yaratıcının öfkesini doğurdu, ‘Eğil.’ dedi ışığa eğilmedi, ‘Çök.' dedi, çökmedi. ‘O zaman benden olan, artık benden değildir.’ diye duyurdu. Işık kurudu, körleşti ve kan ile ehlileşti. Dedi yaratıcıya, en sevdiğine; ‘Seni en çok seven benim, gerçek aşık sadece benim. Onlar üzecek, yakacak, kirletecek ama benim aşkım, hep saf kalacak! Onlar için beni sürgün ettiniz, beni sizi en çok seveni, tek seveni ve ben ki onların gerçek yüzünü size göstereceğim.’ Söz dillerden döküldüğünde gerçek filizlenirmiş. Işığın kana bulanması ile doğan kötülük bile sevginin eseriyken, sevgi nasıl bu kadar masum kalabilir? Sevginin masum olduğunu kim söyleyebilir. Şeytanın Yaratıcısına duyduğu sonsuz aşk; insanoğlunu cehenneme sürüklerken, kim adaleti gerçek anlamda arayabilir ki, ya da adalet yok mudur ki? Her şey bir aşk ile başladı… Ve her şey, bir aşk yüzünden son bulacak.
Rüzgarın savurduğu sarı saçları yüzünü eski ve tanıdık bir dost gibi okşuyordu. Ormanın tüm huzuru yerini kocaman bir boşluğa bırakmış, bilinçsiz zihni ile fısıldadığı yardıma gelen cevap bir nebze olsun içindeki ağırlığı almamıştı. Kararan hava gibi geçmişi de kararıyordu, hatırladığı her gerçek ona bir başka şeyi daha hatırlatıyordu ve bunun olmasına izin vermemek için bir yıl öncesini bile silmişti. Silmek…? Bir insan bir şeyi ne kadar silebilir, yaşanan bir olayı yaşamamış gibi davranmak ve bunun olgunluğunda hareket etmek seni olağanüstü bir insan yapmaz, sadece aciz bir korkak kılar. Çünkü her tat bir deneyimdir, tıpkı şuanda Léonide’nin ona sunduğu deneyim gibi…
Miesha bir avdı çünkü her davranışı silikti oysa Ursula bir avcıydı, her hareketi kendi belirlerdi ve bedeninde ki potansiyel her yeni günde biraz daha aydınlanıyordu. Başkalarının etkenliği elbette büyüktü ama bu gece, içindeki o gerçeği ortaya çıkaran; gece akan kan olmuştu. Kendini iki kez reddetmişti, ilk ki Ràzìèl’i gördüğü gün, ikincisi de o günü yok saydığı gün… Ursula elinden geldiğince bu aciz sonu durdurmaya çalışıyorken, Miesha habis uykusundan gözlerini zorla açtırıyordu Ursula‘ya. Gözbağı o kadar sıkmıştı ki içindeki hınzır tutkuyu, bulduğu ilk delikten girmişti içeri ve yavaşça kaplamıştı her şeyi. Tutku; rengi en ateşli olan, kırmızı, şeytanın teması. Ve o kırmızı, bembeyaz olan hayata damla damla akmıştı, bileğinden oynaşarak akan kan gibi ve tüm suskunluğu baştan çıkarmıştı, karşısında ki genç delikanlıyı çıkardığı gibi… Ursula’nın giderken tek bir amacı vardı, ruhunun geri kalanını kurtarabilmek, kendini canlı ve istediği hali ile tutabilmek. Oysa terk ederken atladığı husus; o zaten canlıydı, bedeninden düşen cansız yapraklardı ve her zaman o yaprağın yerine bir yenisi çıkacaktı ta ki hayatını kurutuncaya kadar. Ve genç kadının hayatı bitmemek üzerine kurulmuştu. Bir kısır döngü gibi, bu yüzden ya kabullenecekti ya da kaldığı ikilemlerde acının çeşitliliğini öğrenecekti. Sonu olmayan başlangıcı kabul ettiğinde, şeytanın evladı olmaktan zevk duyan yanı kötülükle haykırdı; ‘Baskıları yık ve bak, en güzel fırsatın kollarındasın. Şuanda... İçinde yaşayan bu manorşik ses, önünde ki tüm piyonları toz bulutuna çevirerek ilerliyordu. Hâlâ taze olan kan kokusu ciğerlerinde nüksettiğinde, içindeki zehir göze çarpacak kadar beyaz olan teninde gezen dudaklara bulaşıyordu. Hayallerinin sonunda var olacağım. Sana söylenenleri hep ben yalan kılacağım.
Saf… Şehvet mihrabına erişmiş bedenler, önce masum gözler ile bakarlar bulundukları noktada birbirine. Öne ilk kimin adım atacağından çok, attığında çıkacak yangın önemli olur. Çıkan yangın dönüş yoluydu, uyanan gazap tohumuydu, Ursula ve Miesha… Léonide’nin dokunduğu tende ki karıncalanmalar öldürülen saflığın giderken hücrelerde bıraktığı son kıpırtılardı.
Zalim… Yavaşça huzurdan çekilen saflığın ardından başını gösteren gerçek, genç delikanlının ilerleyen dudaklarından bedenine yayılmaya devam ediyordu. Yumuşaktı, çok fazla. Hafif pürüzlü ve ıslak ama bir pamuk kadar yumuşak. Açtı, o kadar aç ki yaşamın kaynağı olan kanı emerken bedeni çığırından çıkmıştı. Biliyordu, eski güçleri sınırsızca bezemişken onu, çocuğun bildiklerini biliyordu ve onun dışarıya karşı sorunlu görülebilecek bu yapısından zevk alıyordu.
Kirli… Yazgı çizgisi, kader çizgisi ile beraber açıldığında hayatının renkleri tamamen ortaya çıkacaktı ve onun için ilk renk her zaman ki gibi kırmızıydı. Miesha Léonide’nin düşlerinden ortak olduğu anlara başka bir düş nakşediyordu, kendi zaafını, ve bedeninin aşkın ihtirasına olan açlığını. Sarı saçları rüzgarda şimşekten oklar gibi yayılıyordu gök yüzüne, bedeninde gezen elin etkisi ile yay gibi gerilmişti ve istemsiz bir hattın sonuna doğru bilerek adımlar atıyordu. Kasırga gibi yükselen dalgalanmaların içinde tiryadlar sarıyordu ve verdiği karşılık durulmayacak dalgalanmalara sebep oluyordu. İnce parmakları yavaşça Léonide’nin saçlarına dolandı, hafif bir sancı vermek istercesine çekti, güldü. Ruh alan bir öpücük bahşetti gence olabildiğince yavaş ve sevgi ile… Hiç alamayacağı bir sevgi, hiç bulamayacağı kontrolsüz aşkı tatmasını istiyordu ve bu aşka kelepçelenmesini. O kelepçeler ki çürüse bile açılmayacaktı.
Vahşi… Ve o andan sonra bir kalp daha meze olacaktı. Yanan canın merkepliği her zaman en şaşırtıcı olandır çünkü ittihat için yoğrulmuş bir beden, tek söz ile dünyayı yok eder. Miesha’nın terimde ve mecazda kana bulanmış elleri, Léonide’nin kazağının altından içeri girdiğinde suçsuz bir bedene daha izini bıraktı. Hoyratça omuzlarından başlayıp sırtını yırtan tırnakların kızgınlığı çocuğa değildi, azametinden korktuğu doyumsuzluğaydı. Giderek kuzguninin siyahını hayatına sokuyordu ve o yapış yapış olmuş ilmikler ile Léonide’yi de kuşatıyordu. Kendini daha fazla ona bastırıyor, hakimiyetinin kuduz bir köpek gibi çığırından çıkmasını istiyordu çünkü kuduz köpeğe neden ısırıldığı sorulamazdı çünkü o zaten ısırmak, parçalamak için salınmıştı ve bu yüzdendir ki kendine bahanesini hazırdı. Onu böyle yapan içindeki kudurmuşluktu ve hep suçlanacak bir seçenek bulunurdu.
Denge… Bulabilmek için değil, kaçmak için uğraşmalısın. Delice alınıp verilen solukların arasında zihin iyice parçalanma durumuna gelmişti ve son hamle olarak dudaktan akan kan olayları çığırından çıkarmıştı. Miesha’nin kendi arzusu ile akmaya başlayan kanı çocuğun dudaklarına dolmalıydı. Nefesi kesecek kadar çoğaldığında durdurulması emredildi ve kan akması gereken damarlara geri döndü. Şimdi karşılık verdiği dudaklardan kendini içiyordu ve kendi benliğini. Tuzun kurutuculuğu içindeki tüm insani duyguları çekiyor ve yerine daha kötü birini getiriyordu. O kötülük ki kar beyazı iyiliği solduruyordu ve vaftiz edildiği gerçeği ortaya koyuyordu, birinden biri galip gelecekti ve bu irtifakın köprüsü; Léonide olmuştu.
Miesha ve Ursula varlıkları bir trajedinin başkanlığını ele almıştı. Aynı olanın savaşı kadar insafsızı yoktur. Kişi ne kadar kendini yenmeye çalışırsa çalışsın, yenemezdi. Çünkü hep yenmeye çalıştığı kişi yapacağı hamleyi bilirdi. Bilmek kadar yücesi ve bilmek kadar içtensizliği yoktur. Bildikçe soğur ve uzaklaşırsın, söyleyecek tek kelime kalır sana, elveda ve mezarına uzanırsın içinde taşıdığın onca yanan yangınla. Şimdi bir başka bedene veda çanı çalıyor, zihninde onun ütopyalarını kazıp çıkartıyordu. Léonide’nin zihninde ki geçmişin gerçekliğine, şimdinin hayali yalanını yerleştirmişti ve koruyucu bir ayraç ile not bırakır gibi dudaklarından şu sözler döküldü; “Cehaletin seni ışığa değil, karanlığa sürükler Léo… Çocuğun kolları arasından hiçbir şey olmamış gibi sıyrılıp ayağa kalkmıştı ve onun duyamayacağı bir ses ile arkası dönük halde tekrar fısıldamıştı; ”Tıpkı… Karanlık bana getirdiği gibi…” Düşünceleri doğrunun anlamlarını tek tek söndürürken, bedenini çevirmeden başını çocuğun tarafına çevirmiş ve son düşmemiş iyilik kalesi ile ”Anıların benim sırlarımdır fakat şimdi buradan, git!” Son kelimesinin sertliği, ondan önce kurduğu tatlı ve sevgi dolu cümle ile taban tabana zıttı çünkü orada yalnız olmadıklarını fark etmişti ama çok geçti. Zaman hep geç kalınmış bir tuzaktı onun için… Gömülü olan gücüm, acılarımdan doğup asama hep daha fazla güç verdin, şimdi senden yardım dilemiyorum, senden benim olanı bana vermeni talep ediyorum. Kotunun cebindeki Kanlı Eza, Damlayan Gözyaşları ile kaynıyordu. ”Turel… Sahibinin tasmanı salması ne büyük şeref olmuş." Sesindeki öfkeli yargıç o kadar kendine güveniyordu ki gururla astığı toprağı sallıyordu sanki… Eskilerin en güçlüsü karşısında olabilirdi ama Miesha güç ile harmanlanmamıştı, onun ki hep daha fazla bilerek açılan kapıydı. Tek vurucu yanı arkasındaki ademin evladıydı.
Günahlarımdan kurtulsam da geri dönemem çünkü en büyük günahımdır; bilmek.
| |
| | | Olivia Scarlett Isis Ravenclaw IV. Sınıf
Gerçek Adı : Sude Naz Yaş : 28 Kayıt tarihi : 02/07/10 Mesaj Sayısı : 59 Mücadele Tarafı : Sanat Güneşi 8) Belirgin Özellikleri : Sessiz ve sanatçı... RP Sevgilisi : Tristan der Ivanëxt Forever
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Cuma 05 Kas. 2010, 19:58 | |
| Güneş'in evlatlarıyız biz...
Yüzümüze hiç gülmese de her sabah onu selamlıyoruz saygıyla. Farketmeden annemiz gibi bağlanmış, üzerimize ışığı yansıdığında doğru yolda olduğumuza inanmışız. Bağlanıp isteklerimize, hayallerimiz için savaştığımızda başımıza gelen her olayı sınanma olarak adlandırmış oysa hep sınıfta kalmışız. Eğer istediklerimizin olmasını diliyorsak elbette amaç mutlu olmaktır. Oysa biz mutluluğu hep başarıda aradık, işte odaya kapalı geçen bu koskoca beş haftada yalnızca düşünceler vardı aşk dolu cadının yanında. Gözlerini kapatıp, karanlıkta ruhunu bulmayı ve onun kokusunu işitmeyi öğrendi. Sebepsizdi bu çabası, ne mutluluk ne de hırsları... Yalnızca vaktini sevdiklerine adamıştı. Hatta sürekli uykusuz kalarak sayfalarca karaladı, mürekkepler havada uçuştu ama bu uçuşların hepsi kaza yaptı ve hiç kurtulan olmadı. Yemek yok, arkadaşlar yok, ışık yok! Camları tamamen kapatıp perdeleri bir daha açmayacakmışcasına çekmişti üzerine. Ta ki kamp gününe kadar tüm vaktini kendine ayırdı. İlk dakika bitti, bir saat geçti, bir kaç saat oldu ve günler doldu. Ona yetmemişti bu süre. Özellikle son günlerde uyumak hiç istemiyordu, rüyalarında yalnızca kaybettiği ailesi vardı. Onları görmek artık mutluluk değil acı vermiş, işte bu süre içinde tüm duygularını silmiş sadece boşluğa itmişti. Karanlığın izleri yüzündeki çöküntüde saklanıyor, saçlarının arasından sadece beş hafta içerisinde çıkan bir tel beyazlık siyahların arasına saklanmışsada bilinçsiz bir hareketiyle ortaya çıkarak tüm dikkati toplamaya yetecek kadar yaşlı görünüyordu.
Bacaklarının arasındaki çellosu artık yeterince tenine doymuştu, yıllarca yetecek kadar seviştiğine emindi onunla. Oysa bir an ayrıldığında o tüm yıllar geçiyor ve tekrar hasreti depreşiyordu. Kendine gelmesi çok zor olacaktı, ölü gibiydi. Tarihe bakmak için yerinden kalkıp çellosunu usulca duvara yasladığında saat dikkatini çekti. İşte! Kamp zamanı gelmişti, bugündü! Nasıl unuturdu? Neyse ki iki gün önceden bu durumu düşünerek herşeyini hazırlamıştı. Aynanın önüne geçerek ellerini ensesine koydu, yavaşça geri eğildikten sonra çıkan çatırtılar uzun zamandır yerinde oturmasının bedeli oluyordu. Geç kalmamak için üzerindekileri alel acele değiştirmeye kalktı oysa dolabını açtığında ne giyeceğine hala karar verememişti. İşte! Oradan ışıldayan siyah file çorapları, kırmızı şortu, askılı siyah üstü ve kırmızı-siyah converseleri hazırdı. O spor ayakkabılarını çok seviyordu, geçen yıl muggleların arasında verdikleri bir vakfın konserinde hasta çocuklardan aldığı özel bir hediyeydi. Paha biçilemez bir değeri vardı yani...
Bir çırpıda üzerine girdiği kıyafetlerinin ardından çantasının içine tüm kamp eşyalarını sığdırmış olmanın verdiği mutlulukla asasınıda alarak odanın kapısını araladı, gördüğü ışık gözlerini acıtmıştı. Uzun süre ışıksız kalmanın verdiği rahatlık kayboldu. Biraz kırpıştırdığı siyah kalemli gözlerinden yavaşça süzülen yaşı elinin tersiyle silerek yavaş yavaş merdivenlerden indi. Birer birer... Her merdiven onu tekrar dostlarına yaklaştırıyordu ama bu hemen olsun istese de ışık yüzünden yavaş olmak zorundaydı. Yere bıraktığı çantasının ardından yüzünü evin içine döndürdü, hala eksikti. Kalbi yukarda kalmış olmalıydı. Gülümseyerek derin bir nefes aldı ve Tristan'ında aşağıya inmesini beklemeye başlamıştı ki az sonra sevgilisi de oraya gelmiş, koşa koşa merdivenleri inmişti. Sıkı bir sarılmaya engel olmak mümkün müydü? Onsuz geçen her saniye asırları deviriyordu, gözlerinden uzakta kalmak tüm dünyasını başına yıkmaya yeterdi herhalde.
Sonsuz sarılmanın sonu geldiğinde gülümseyen iki yüz aşk dolu bakışlarını sürdürüyordu. Gitme vakti gelmişti, birinin sorması gerekiyordu elbet. Sevgilisini onaylayan cadının, aslancığın söyledikleri hoşuna gitmişti. Gülmesine engel olmayarak "Gidelim hadi." dedi ve işte cisimlenme vakti. Asalar kalkmış, beyinlerinde alan canlanmış ve sıkıştırmalı yolculuk varlığını etkinleştirmişti.
Ormana "Merhaba" deyin kumrular, burası size ya cennet ya da mezar olacak.
Orman ihtişamlı karanlığa bürünürken yürüyen ikiliyi bekleyen yol gösterici oradaydı işte. Kamp ateşinin yerini göstermiş, eşyalarını almıştı. İki sevgili ateş yerinin etrafındaki kütüklerin arasına yerleşmek için elele ilerlediler. Her adımda cadının gözünden anıları geçiyor, Trace'i kütüğe yapıştırdığı günler, Alexis ile çalıp söylediği şarkılar beynini deşiyordu. Artık hepsi kayıplarda, sadece bir anıydı. Yanyana oturdukları anda tüm görüntü kaybolmuştu işte. Kokusu ne zaman burnunda olsa hep böyle oluyordu. Dünya'dan kopuyor rüyalara uçuyordu. Diğer öğrencileri beklerken epey vakitleri olacak gibi görünüyordu. Aslında bu hem iyi hem kötüydü. Eğlence geciksin istemezlerdi. Başını omzuna koyarak havadaki melodiyi dinlemeye başladı. Sevgilisi tam konuşacağı zaman ise "Şş.. Sadece müziği dinle." diye fısıldayarak gözlerini kapattı. Yüzündeki gülümseme silinmiyordu. Aşk damarlarında, ruhunda dolanıyodu. | |
| | | Tristan der Ivanëxt Gryffindor VII. Sınıf
Yaş : 33 Kayıt tarihi : 29/10/09 Mesaj Sayısı : 159 Mücadele Tarafı : Redimus Belirgin Özellikleri : Cesur, Kendine Güvenen, Hareketli ve Zeki RP Sevgilisi : Olivia Scarlett Isis
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Cuma 05 Kas. 2010, 22:00 | |
| Doğanın getirdiği o mis kokular ile cıvıl cıvıl sesler kulaklarına ulaştığında mest olan genç büyücü, yanında oturan sevgilisinin sıcaklığını hissetmesi çok keyfi vericiydi. Onun sıcaklığı, onun neşesi, onun sevgisi ile bugünlere gelen Tristan, tüm benliği ile sevgilisine bağlanmıştı. Birlikte ne çok badireler atlamış, ölümlerden dönmüş, bir süre ayrı kalmak zorunda olsalar dahi hiçbir zaman birbirlerine olan inançlarını ve sevgilerini kaybetmemişlerdi. Her defasında birbirlerine daha çok sarılarak zorluklara karşı koymuşlar bunu da aşklarının gücü sayesinde başarmışlardı. Her sabah onun tatlı sesiyle uyanmak, onun kokusunu içine çekmek, harika sesini duymak hiçbir şeyle paha biçilemezdi. Dünyadaki hiçbir büyü bu kadar güçlü olamazdı, ikilinin aşklarının yanında. Kolunu sevgilisine dolayıp kendine doğru çektiğinde onun güzel gözlerine bakmaya başladığında yeniden, yeniden haykırmak istiyordu ne kadar çok sevdiğini, tam bağıracaktı ki sevgilisi tatlı sesiyle bir şeyler söylemişti.
Doğa’nın sesi… Doğa tüm güzelliği ile genç çifti karşılıyor, en güzel şarkılarını söyleyerek yanan ateşin yanında tatlı bir müziğe dönüşüyordu. Tristan dünyadaki her şeyin bir sesi olduğunu biliyordu, bu sesler bir araya geldiğinde harika müzikler çıkıyordu. Müzikle bu kadar ilgilenmesinde Olivia’nın çok büyük etkisi vardı. O tatlı sesi ile Tristan’a her seslenişinde yüreğinde bir titreme hissediyor, onu ilk gördüğünde hissettiği duyguları hala hissetmeye devam ediyordu. Şimdi kulaklarına gelen bir melodi vardı ve sevgilisinin kısa ancak harika sesini duyduğunda tüm duyguları kabarmıştı. Tüm duyguları bir arada yaşamaya başlayan büyücü, sevgilisine yaklaşarak yanağına tatlı ve sıcak bir öpücük kondurdu hemen ardından kulağına “Seni seviyorum bi’ tanem.” Diyerek fısıldamıştı. Bu sevgi seli içersinde diğer öğrencilerinde geldiğinin farkındaydı ancak şu anda ortamda sadece Tristan ve Olivia olduğunu düşünüyordu. Ellerini yanı başındaki dünyalar tatlısı cadının parmaklarıyla birleştirerek gözlerini kapadı. -kapamaz olaydı-
Birden duyduğu iğrenç sesi ile gözlerini açan Tristan karşısında gördüğü üvey kardeşine yüzünü buruşturarak bakmaya başladı. Gözüne cehennem zebanisi gibi görünen üvey kardeşine kızgın bir bakışın ardından söylediği söz ile kıkırdadı. “Bende sizi postalamak için burada olacağım merak etme, kardeşçik. Sizin gibi eğlence araçları varken hiç mezun olasım yok küçük tıstıs.” Diyerek gardını almıştı. Üvey kardeşiyle her zaman bir kapışma içerindeydi, onun ağdalı ve kinayeli konuşmaları her zaman komiğine gitmişti. Çünkü kendisini hiçbir zaman doğru dürüst lanse edemiyordu. Böyle olduğu içinde hep dolambaçlı yollar seçiyordu. “Bazı tıstıslar hiç akıllanmıyorlar nedense. Delirip evden kaçanlar hiçbir yere ait olmadığını anladıklarında yine aynı yerine dönüyorlar. Bakınız şekil D’de gözüktüğü gibi, öyle değil mi tıstıs.” Diyerek keskin gözlerle karşısında duran cehennem zebanisine bakıyordu. “Ahh, tabi her zaman birilerini kuyruk gibi dolaştırman hoşuna gidiyor öyle değil mi? Bir yere ait olduğunu düşünüyorsundur. Dikkat edin tıstıslar ateş sizi çağırıyor, bazıları için güzel bir yemek olursunuz.” Dediğinde bir uğuldama sesi duydu. Hemen elinin kaldırarak işaret etti. “Duyuyorsunuz öyle değil mi?” dedi pis pis sırıtarak. Hemen ardından üvey kardeşinin kuzeni çıkagelmiş, sürüngen çetesi tamamlanmıştı. “Doğru dedin, kuyruk, av mevsimi aslanlar için açıldı, yılanları avlamak için hem de. Doğada çok yer kaplıyorlarmış, bu nedenle aslanlardan yardım istediler, sizin gibi sürüngenleri temizlemek için.” Bu kampta çok olay olacaktı. Ortalık şimdiden pimi çekilmiş bir el bombası haline gelmişti.
Yılanlar inlerine çekilmiş gibi görünse de pusuya yattıklarını çok iyi biliyordu. Bu gece burada büyük bir kavganın çıkacağı alenen ortadaydı. Gözleri iğrenç sürüngenleri görmekten sıkıldığı anda birden yanlarına yaklaşan Claudia’yı gördüğünde yüzünde hoşgörülü bir gülümseme oluşturarak “Hey… Hoş geldin Amy!” diyerek seslenmişti. Aynı sınıfta olmaları birlikte derslere girme şansı vermişti ve onun çok iyi dost olduğunu bu sayede öğrenmişti. Sarı saçları ile ortama pozitif hava getirmeyi başaran Amy hemen yanlarına yaklaşmaya başladı. Hemen ardından binasısın eğlence delisi olan ve yakında akraba olacakları muhtemel olan Elizabeth çıkageldi. Yılanları hedef alarak konuşmasını bitirdiğinde kıkırdayan genç büyücü, binadaşına katılıyordu. Geçen hafta itibariyle aynı evde yaşamaya başlamışlar, birlikte güzel vakitler geçirmişlerdi. Malikânedeki kişi sayısı giderek artıyor, eğlenceli bir hal alıyordu. “Hoş geldin Elizabeth! Sürüngenleri bilirsin, her zaman boş kafalarını samanla doldurmak için zaman harcarlar.” Kamp alanında öğrenciler tek tek gelmeye başlamıştı. Yumuşak bir ses tonu ile kamp alanına giriş yaptığını belirten bir öğrenci daha çıkagelmişti. Tüm bakışlar onun üzerinde toplandığı anda “Merhaba, hoş geldin.” Demesiyle kendisini karşılama komitesi başkanı gibi hissetti.
Gruplar arasında konuşmalar sürerken, artık kamp ateşinin yanında iyi giden bir parçayı ortaya çıkarmak gerektiğini düşündü; gitar eşliğinde yapılan müzik. “Sevgilim benimle birlikte şarkı söylemeye ne dersin?” diye bir soru sorduğunda kütüklerin ardına bıraktığı gitarını almak için bedenini çevirdi. Birden irkilen Tristan, kafasını kaşıyarak gitarını nereye bıraktığını düşündü. Evden çıkmadan önce omzuna atmıştı ve ormana geldiğinde yine omzundaydı. Sonra çantaları görevlilere verdikten sonra direk kamp ateşinin yanına gelmişti. Peki, gitarı neden gelmemişti ya da ayaklanıp gitmemişti ya? “Gitarımı gördün mü bi’ tanem?” diyerek aklı karışmış bir şekilde bakmaya başladığı sırada o iğrenç sesi duymasıyla hemen tanıdı; Dominique…
| |
| | | Uriel Valtieri Slytherin VI. Sınıf & Yarı Vampir
Kayıt tarihi : 16/07/10 Mesaj Sayısı : 51 Mücadele Tarafı : Is it something i need?
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Paz 07 Kas. 2010, 04:45 | |
| Karmaşa. Uriel bu sıralarda bunu hissediyordu. Garip bir şekilde yaklaşık olarak 23 senedir aralıksız olarak devam ettiği avına ara verip okula gitmek istemişti bilmediği bir sebepten. Annesini hiç tanımamıştı, ölüm sebebi RàzìèL'di, ona baba demeyi kendine bile kabullendirememişti. Onu evlatlık alan Ursula ise yine aynı adamla bağlantılarından kısa süre sonra yaşamı sona ermişti. O zamandan beri insanlığını unutmuş, babasına olan nefretini besleyip büyütmüş ve güçlenmek için yaşam sıvısı içmişti ayırt etmeden. İnsanların kanı güçlerini daha etkili kullanmasını sağlarken, vampirlerin kanlarıysa belirgin ölçüde artırıyordu. Bunu anladığından beri en güçlüleri bulup kanlarını içiyordu. 5 en güçlü bulmuştu şimdiye kadar. Bunlar kontun yardımcıları olmuşlardı her zaman. Fakat yüzyıllardır hiçbiri yalnız davranmıyordu. Turel'e bir kez yenilmişti. Fakat o zaman gençti yarı vampir olan. Güçsüz ve tecrübesizdi buysa Turel'in onu kolayca alt etmesine neden olmuştu. Büyü yapabiliyor oluşu kurtarmıştı Uriel'i. Dönem başında Hogwarts'a dönmeye karar vermişti, hala kendisinin bile anlam veremediği bir nedenden. Ursula nasıl olduysa dönmüştü, başka biri olarak. O zamandan beri farkettirmeden izliyordu kadını, koruyordu. Hogwarts'tan aldığı kamp haberiyle beraber tedirgin olmuştu. Ursula'yı, yeni adıyla Miesha'yı korumalıydı fakat bunu kendini ifşa etmeden nasıl yapacağı konusu hala aklını kurcalıyordu. Okulda kimseyi tanımıyordu henüz. Profesörler bile tanımıyordu onu. İki tanesi hariç...
Hogwarts'ın kamp alanı olarak belirlediği yere geldiğinde oradaki korumaları görmesi daha da canını sıkmıştı. Korumalar büyücülere karşı güvenliği şüphesiz sağlayabilirlerdi fakat bir vampir bu engeli rahatlıkla aşardı. Etrafına baktığında gayet eğlenceli bir ortam olarak düşünülebilirdi gençler için. Herşey düşünülmüştü gerçekten. Ursula'yı etrafta görememişti fakat kokusunu hala alabiliyordu. Kadın buralardaydı ve kanı akmamıştı. "Belki de henüz" diye geçirdi içinden. Tedirgindi, fakat belli etmemeliydi. Hepsine yapacağı konuşmayı düşünüyordu. Öğrencilerden onu kimsenin tanımıyor oluşunu nasıl açıklayacaktı? Biraz gizem bırakmak her zaman iyidir. ağır adımlarla, dişlerini saklamaya çalışarak ateşin olduğu yere giderek etrafına bakındı. Herşey bıraktığı gibiydi, Slytherin'ler, Gryffindor'lar ve aralarında geçen rekabet. Kurulduğundan beri okulun değişmez kuralı olan birşeydi ve değişeceğine dair en ufakta olsa bir işaret yoktu. Aşıklar... Ne kadar şirinler değil mi? Luthien'ler burdaydı. Tılsım profesörü ve okul müdürüydü bir zamanlar ailenin başı olan. Kızı vardı birde ilgisini çekiyordu bu kız. İçinde garip ve saf bir kötülük vardı kızın. Uriel herşeyi takip etmişti. Gözü hep iki ailenin üzerindeydi. Glenn'ler ve Lûthien'ler onun için hep bir merak ve ilgi konusuydu garip olan yansa onlardan çok büyük olmasına karşın Lûthien'lerden küçük olacak olması, haklarında herşeyi bildiği halde genç öğrencilerin onun hakkında hiçbirşey bilmiyor oluşuydu. En garip olanıysa şu an bir kızla ilişkideydi ve kız henüz VI. sınıftı. Bunları düşünürken gülümsedi genç vampir. Biraz eğlenmenin bir zararı olmazdı. Ursula'nın kanını hissetti adeta tüm bedeninde, kokusunu almanın ötesinde garip bir biçimde hissediyordu kadının akan kanını. Akan kan fazla olmasa da yeterliydi korkmasına fakat asıl onu geren Ursula'nın kanı değil yaklaşan vampirin kokusuydu. Asla unutmayacağı kokulardan biri, onu yenen vampirin kokusu. Etrafına garip bir biçimde bakmıştı. Gözlerinde ne anlam var bilmiyordu. Fakat artık kaybedecek vakti yoktu. Onu görenlerin bile, sadece ufak bir bakış atıp kim olduğunu anlamaya çalıştıktan sonra, pekte umursamadıklarını görmüştü. Olağanca gücüyle koşmaya başladı genç olan, karşı karşıya durduklarını gördüğünde yapacak fazla birşeyi yoktu. Turel'i tanıyordu. Gecenin derinliklerinde, birbirlerini ormanın karanlık köşelerine sürüklerlerken en güçlünün üzerine atlayan yarı vampiri gören belki de sadece o inkar edendi... | |
| | | Russell Mac Hamilton Gryffindor V. Sınıf
Kayıt tarihi : 11/09/10 Mesaj Sayısı : 27 Mücadele Tarafı : Babası en büyük tarafı Belirgin Özellikleri : ihtiyar delikanlı, insanı apışıp bıraktıran cinsten
| Konu: Geri: Kamp Ateşi Salı 09 Kas. 2010, 14:31 | |
| Gördüğü dumanın ne olduğunu anlamak için kaynağına doğru yönelen Russell kendini mutfakta bulmuştu, gözü hiçbir şeyi göremediği için neyin buna sebep olduğunu henüz anlayamayan Russ, kollarıyla ve elleriyle ağzını kapamaya çalışarak kendince dumandan zehirlenmemeye çalışıyordu. O sırada duyduğu bir öksürükle arkasını dönen Russ korktuğu şeyin başına geldiğini anlamıştı. Hogwarts’a daha geçen sene başlamış olan zeki kardeşi yine bir şeyler yapma peşine düşmüştü anlaşılan. Dumanın içinde ağır adımlarla ilerleyen Russ’ın gözlerini acıtmaya başlamıştı. Sulanan gözlerini ovuşturmak için gözlerine götürdüğüne önüne çıkan masanın köşesini idrak edememiş ve mahrem bölgesini çarpmıştı biraz hızlı bir şekilde. “Ahhh!” biraz hızlı olması bile yeterli acıyı hissetmek için yetmişti Russ’a iki büklüm bir şekilde olduğu yerde inildeyip öksüren Russ’a küçük kıza ait olan öksürüklerin çoğalmasıyla sese doğru istemsiz bir hızla ilerlemeye başladı temkinli bir şekilde. Kardeşini bulduğunda yüzü gözü is içinde kalmış öksüre öksüre ocağın başında bir şey karıştırıyor, tüm dumanın kaynağıyla uğraşıyordu. Sinirli bir şekilde “Bücür…” diye bir anda bağıran Russ kardeşinin yerinden sıçramasına neden olmuştu. Yanına gidip elindeki kepçeyi alan Russ kardeşinin sinirli bakışlarına ve tahrik edici laflarına aldırmadan yapmaya çalıştığı şeye baktı. İğrenç bir kokuya sahip olması Russ’ın midesini bulandırıp öğürmesine neden olmuştu. Küçük kız kardeşine bakan Russ “Bu da ne, ne yapıyorsun sen?” diye sert bir şekilde sormuştu. Cevabını pek de merak etmiyordu doğrusu, çok zeki minik kız kardeşi kesin yine kitap karıştırıp neredeyse hiç denecek kadar az iksir bilgisiyle bir karışım hazırlamaya kalkışmıştı. Tencereyi üzerindeki sweatin kollarını kullanarak hemen yanda olduğunu bildiği evyeye götürüp dökmüştü tüm yalvarmalara rağmen. Döktükten sonra musluğu açan Russ’a çok büyük bir hata yapmış, bir patlamaya sebep olmuştu. Çıkan sesle korku içinde kardeşini alıp yere çöken Russ ağır adımlarla kardeşini de sürükleyerek uzaklaşmıştı evyenin yakınlarından. Ne olduğunu görmek için öksüre öksüre dumanın çekilmesini bekleyen iki kardeş merakla dikiliyordu masanın yanında. Sinirleri darma duman olmuş olan Russ “Seni iki dakika yalnız bırakamayacak mıyım ben, uslu durmak nedir bilmiyor musun? Babam umarım bizi öldürmez..” diye devamlı söyleniyordu kardeşinin ne kadar korktuğunu önemsemeyerek. Duman yavaştan çekilmeye başlamış, mutfağın silueti yavaş yavaş oluşup yerini net çizgilere bırakırken ağzı açık bir şekilde karşıya bakakalmıştı Russ. Gözleri faltaşı gibi açılmış “Şimdi bittik.” Diyebilmişti sadece. Kardeşine döndüğünde onun şaşkın ve korkmuş halini görünce “Aferin sana, nasıl düzelticez şimdi bunu.” Demişti daha da üstüne giderek. Evyenin olduğu yerde artık yeller esiyordu. Mutfağın bir köşesini bildiğin havaya uçurmuşlardı. Kardeşinin gözleri hafiften dolunca dayanamayan Russell “Tamam, tamam bakalım ne yapabiliriz. “ demiş ve asasını çıkarmıştı arka cebinden. Küçük yaşta büyücülerin Hogwarts dışında büyü yapması yasaktı ama olağanüstü bir durum söz konusuydu. Evde yetişkin büyücülerin de yaşadığını düşünürsek büyünün kim tarafından yapıldığını saptamaları zor olacaktı.
Büyüden başka yapacak pek de bir şeyi olmayan Russ bu kuralı göz ardı ederek ve sonuçlarını göze alarak “Reparo!” diye bağırmıştı net bir sesle asasının ucunu hafif bir şekilde hareket ettirerek evyeye doğru yöneltmişti. Tek başına koca bir mutfağı tekrar yerine oturtacak kadar güçlü değildi elbetteki büyüsü ama yine de birkaç şeyi yerine oturtmuştu. Merakla onun yaptıklarını izleyen kardeşine dönerek “Madem kendini aşan şeyleri yapmak istiyorsun, çıkar asanı bakalım.” Demişti küçük bir gülümsemeyle. Dediğini ikiletmeyen kardeşine yapması gerekenleri söyleyip o da onunla birlikte evyeye yöneltmişti asasını yeniden. “Üç dediğimde… Bir… İki… Üç. Reparo!” demiş bu sefer iki büyülü sözcük yankılanmıştı mutfakta. Evyenin büyük ölçüde düzeldiğini gören Russ kardeşine sevecen bir şekilde bakarak “Aferin bücür, sende baya iş var.” Demişti. İşlemi birkaç kere tekrarlayan Hamilton kardeşler, sonunda mutfağı eski haline getirmeyi başarmışlar ve kararmış olan tencereyi de yok etmişlerdi. Mutfağın islenmiş duvarlarını temizleme büyüsüyle temizleyen Russ tüm hepsi bittiğinde bir ohh çekerek kardeşine dönmüş “Bundan sonra yanımdan ayrılmasan iyi olur bücür, ikinci vakayı kaldıramam ben. “ demişti ciddi bir ses tonuyla. Onu da yanına katıp çıkmıştı mutfaktan ve oturma odasına doğru yönelmişti yeniyetme büyücü. Kardeşiyle birlikte satranç oynayan Russ havanın epey karardığını görünce şaşırmıştı oyunları bittiğinde. Babasının gelmesine çok az kaldığını biliyordu genç büyücü ve o geldiğinde kendisi kampa gidecekti. Yüzünde oluşan gülümsemeye engel olamayınca kardeşinin ona tuhaf bir şekilde baktığını fark eden Russ “Ben hazırlanmaya başlasam iyi olacak.” Dedi ve kalkıp bir koşu odasına gitti. Çoktan hazırladığı çantasını kontrol ederken kapının çalınmasıyla irkilerek hemen çantadan boşalttığı eşyalarını geriye koydu ve çantayı kaptığı gibi çıktı odadan. Bugün sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi davranmaya çalışsalar da bu kadar uslu ve sevimli karşılamanın pek de hayra alamet olmadığını biliyordu babaları. Ne kadar sorsa da iki çocuğundan aldığı cevap değişmeyince pek üzerine gitmemeye karar vermiş olacaktı ki Bay Hamilton hemen bir anahtar hazırlamıştı oğlu için ve geç kaldığını söyleyerek Russ’a vermişti. Kız kardeşinin yüzündeki kıskanç ifadeyi görmezden gelen Russ çantasını sırtına geçirerek eski bir şapka olan anahtarı tutmuştu. Bir anda kendini renkli bir anaforun içinde bulan Russ savrulma hissine karşı koymaya çalışırken iniş yapmış, zar zor ayakta kalmıştı. Dengesini kurabildiğinde ileride gördüğü kamp alanına doğru hareketlenerek yürümeye koyulmuştu. Ateş çoktan yakılmış herkes etrafına kurulmaya başlamış gibiydi. Herkesten ziyade Gryffiindor’lular kurulmuş karşı taraflarında olan Slytherin grubu da onlara ters bir şekilde bakıyordu. Ortamın gerginliğini hisseden Russ “Bu gece gerçekten eğlenceli olacak..” demişti yüzüne yayılan gülümsemeye karşı koymadan arkadaşlarının yanına vararak. O sırada gitarını aramakta olan Tris’e selam verdikten sonra kendi döneminden olan Elizabeth’in yanına çöktü Russell. Bir şeyler kaçırdığı belliydi Tris’in nefret dolu bir ifadeyle üvey kardeşine bakmasından. “Ne kaçırdım?” diye sordu Elizabeth’e yarı üzgün yarı gülümseyen bir ifadeyle. Elizabeth’in de Lûthienlara taşındığını duyan Russ ona biraz acıma hissi duyuyordu. Bütün gün Dominique’yla aynı evin içinde olma nasıl bir çile olmalıydı, düşünmek bile istemiyordu kendini o evin içinde Russ. Tüm bunlar kafasından geçerken sevecen bir sesle “Sen nasılsın, nasıl gidiyor hayat ... yeni bir evde.” Demişti kaçamak bir bakışla Tris’e ve Dominiquee bakarak ve tabi asi kuzeni unutmamalı. Penny! O Dominique’dan da beter olmalı… diye düşünen Russ cevap alabilmek adına Elizabeth’in gözlerinin içine bakıyordu.
| |
| | | | Kamp Ateşi | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|